İzzet Çapa

Erkek arkadaşımı yemekten kıskanırım

29 Mart 2015
Musakkanın karekökünden yola çıkıyor kadayıfın algoritmasını alıp mantısını pişiriyor... Robert Kolej’den Harvard’a uzanan yolda, bir hastane yöneticisinin kendi mutfağını yaratan lezzet mimarına dönüşme öyküsü... Bol matematik, çok baharat, fazla zeka ve karşınızda “Mucize Lezzetleri” ile Refika Birgül...

* “Eli lezzetli” durumun genetik mi?
- Valla bizim ailede boyun ocağa erince kahveyle işe başlayıp, daha sonra da mutfağı devralma durumu vardır. Yalnız bu miras, annemin odağı farklı olunca onu atlayıp direkt abime geçmiş, ondan da bana.
* Senin için “Anasına bak kızını al” diyemeyeceğim yani...

- (Gülüyor) Annemle babam çok yoğun çalıştıkları için eve bir hayli yorgun gelirlerdi. Abim başrolde, ben yardımcı oyuncu olarak yemekler yapıp sofralar kurardık. Bütün amacımız bizimkileri masa başına toplayıp biraz daha fazla görebilmek ve mutlu etmekti.

Yazının Devamını Oku

Leyla’dan geçme faslındayız millet kıymaya ceket ilikliyor

24 Mart 2015
Bırakın beni, ülkedeki herkes tek tek yazsa bile değişmeyecek bir gerçek var ortada: Vatandaşın cebinin freni patladı! Böyle giderse araba ya uçurumdan yuvarlanacak ya da duvara toslayıp haşat olacak.

Bir kilo yoğurdun beş lira olduğu, salatalığın zam şampiyonluğuna koştuğu, nanenin kuruyup kaldığı bu halden korkarım bir cacık olmaz. Olsa da zaten tadı olmaz. Vaziyet böyle olunca ister istemez aklıma, ben küçükken babamın ağzından hiç düşürmediği “Cafer’e bez lazım” lafı geldi.

NASILSINIZ SAYIN KIYMA?
Neymiş efendim geçen ay TÜFE 0,71; Yİ-ÜFE ise 1,20 oranında artmış. Pardon? Yıl olmuş 2015, kimse bu ‘ekonomi tıkırında’ numaralarını yemiyor artık. Kilosu 10 liraya varan kuru fasulyenin önünde artık neredeyse ceketimizi ilikleyecek duruma geldik. 30 liraya dayanan kıymaya saygıda kusur etmek kimin haddine!
Memleketin her yeri salatalık doluyken; domatesin, biberin, patlıcanın lüks olduğu bir ortamda, hepimiz “Leyla’dan geçme faslındayız, Mevla’yı bulma yollarında...”

OĞLUMUZUN DOLMASI VAR...
Ben çocukken dolara tam, marka çeyrek denirdi. Artık işin ne tamı kaldı, ne de çeyreği... Yakında kız istemeye gidildiğinde oğlunuz ne iş yapıyor efendim sorusunun cevabı; “Maşallah bankada doları, dolabında da az biraz dolması var” olursa kimse şaşırmasın. Durup dururken dolma nereden mi çıktı? Ee dolmalık biber geçen ayın zam şampiyonluğunda ikinci sırada, pirincin kilosu ise altı lira... Bundan daha büyük zenginlik var mı dünyada!
Neyse efendim ben biraz müzik dinlemeye gidiyorum. Bugün ‘en çok çalınanlar’ listemin zirvesinde Timur Selçuk var; ‘Ekonomi Tıkırında...’

Yazının Devamını Oku

Yıldızlarımız Hollywood’a açılamadı ama medyumlarımız çoktan açılmış!

23 Mart 2015
Geçen ay, İstanbul’un ünlü otellerinden birinin lobisinde Adriana Lima’yla karşılaştım.

Hani “Allah özene bezene yaratmış” derler ya, işte Adriana da tam böyle bir kadın...
Yürümüyor, havada adeta bir kuğu zarafetiyle süzülüyor.
Bulunduğu ortamı da bir anda podyuma çeviriyor.
Gencinden yaşlısına bütün gözler onda, herkes büyülenmiş gibi bu dünya güzeli kadını seyrediyor...
Biz de küçük bir kalabalıkla yanımızdan geçen Adriana’ya kilitlenmişken, onunla yürüyen kadını gözümün bir yerden ısırdığını fark ettim. Sağa sola sorup araştırmacı gazeteci refleksiyle (şimdi bunu da ciddiye alan çıkar) vaziyeti öğrenmeye çalışırken birden hatırladım.


Yazının Devamını Oku

Orhan Baba da Ajda da ortaklık teklif etti

22 Mart 2015
Maden işçisi bir babanın oğlu olarak Erzurum’da hayata gözlerini açmış. Geçim sıkıntısı ağırlaşınca, daha iyi bir yaşam hayaliyle ailece Darıca’ya göçmüşler. Çocukluğu da orada geçmiş. Hani “Hayat okulundan mezun” derler ya, işte tam öyle bir adam Nusret. İlkokulu bitirir bitirmez ekmek kavgasına düşmüş.

13 yaşında, abisinin yanında Bostancı Kasaplar Çarşısı’nda başlamış etle macerası. Ve o gün bugündür sektöre adını ‘biraz kanlı ama altın harflerle’ yazdırmayı başarmış. Elbette sıfırdan zirveye çıkarken çelme takanı, kuyusunu kazanı çok olmuş. Bu hafta azmin, inancın ve çok çalışmanın getirdiği zaferin parlak örneklerinden biriyle, ‘Et virtüözü’ Nusret’le konuştum. Aslında bu söyleşiden önce Nusret’e karşı mesafeliydim ama hikâyesini dinleyince tamamen fikrim değişti. Umarım sizler de ‘hayallerini gerçekleştirmeyi başarmış’ bu adamın azminde ve hikâyesinde kendinizden bir şeyler bulursunuz. Çünkü itiraf ediyorum, ben buldum...

* Bırak şimdi sosyeteye hizmet veren, Kızıldereli görünümlü, ‘Etlerin Efendisi’ Nusret’i de bize biraz o pek bilinmeyen geçmişinden söz et haydi...
- Gel o zaman en başından anlatayım abi… Maden işçisi bir babayla ev hanımı bir annenin 5 çocuğunun sondan ikincisi olarak Erzurum’da doğdum. Geçim sıkıntısı yüzünden daha 2 yaşına basmadan ailece toplanıp Darıca’ya göç ettik. Zaten bütün tahsil hayatım da orada geçti.

* Ne tahsili gördün, hangi bölümde okudun?
- Abi ne bölümü, topu topu 5 yıl okudum (gülüyor). O da yanlış anlama ilkokula kadar (kahkahalar)... Ortaya geçince işler sarpa sardı. 6 zayıf getirip sınıfta kaldım. Bir sonraki sene, ha gayret diye zorladım ama yine fena çaktım. Maddi sıkıntılar da boyumuzu aşınca, bu sevdadan vazgeçip çalışmaya başladım.

Yazının Devamını Oku

Yüreği kocaman bir kadının ardından...

16 Mart 2015
Konservatuvar sınavındaki orta yaşlı, hafif toplu jüri üyesi, karşısındaki heyecandan eli ayağına dolanmış genç kıza meraklı bir ses tonuyla “Sen kimden ders aldın?” diye sordu.

Kız ürkek bir şekilde “Kimseden” diye cevap verdi. Müzikle ilgili bildiği her şeyi çocukken evdekiler yattıktan sonra kulağını dayayarak caz dinlediği cızırtılı radyodan öğrenmişti. Ama sesi gerçekten çok güzeldi. Hatta bu yüzden Robert Kolej’deki hocası Faruk Nafız Çamlıbel ona ‘kolejin sesi’ lakabını takmıştı. Kalemine de çok güveniyordu, daha 12-13 yaşında yazdıkları bile dikkat çekecek kadar güçlüydü.

ROBERT KOLEJ’İN PAYLAŞILAMAYAN KIZI
Koleji bitirip konservatuvara yeni başlamıştı ki, karşısına hayatını tamamıyla değiştirecek ‘kişi’ çıktı. Kolejin en sükseli ve paylaşılamayan kızı, o adam için hiç düşünmeden okulunu bıraktı. Arkadaşları arasında ilk evlenen de, ilk çocuk doğuran da o olmuştu. Türk filmlerine konu olabilecek bir aşktı yaşadıkları... Görenler gıptayla bakıyor, gözlerinden okunan mutluluklarının bir ömür boyu bozulmaması için dua ediyorlardı. Ama ne yazık ki, oğulları Ahmet’in doğumundan sonra evlilikleri yürümedi. Bu yol ayrımının en büyük nedeni, kocasının yakışıklılığından dolayı yaşanan kıskançlık krizleriydi...



ÖYLE BİR AŞKTI Kİ ONU NİKÂH MASASINDAN KALDIRDI

Yazının Devamını Oku

Telifim ödense helikopter alırdım

15 Mart 2015
Ehli keyif bir baba, evde tangolar söyleyerek sofralar kuran bir anne... Eski yazlık sinemalarda, Halit Ziya Uşaklıgil’in çalışma odasında, oturdukları köşkün arkasındaki çayırlıkta geçen neşe içinde bir çocukluk... Derken öğrencilik yılları, ablası vesilesiyle yutulan ilk sahne tozu ve sanata adanan koskoca bir ömür... Ama Türkiye onu tiyatro sahnesinde 16 yılda canlandırdığı onlarca karakterle değil, TRT ekranındaki “Domates Güzeli” olarak tanıdı. Bir gecede gelen bu inanılmaz şöhrete, en çok da kendisi şaşırdı. Bugün beyazcamda gözümüzü alamadan izlediğimiz Ertem Eğilmez filmlerinin çoğunda adı var. O bize, Yeşilçam’ın en güzel yıllarından yadigar. Şimdilerde sevenleriyle Kanal D’nin sevilen dizisi “Beş Kardeş”le hasret gideriyor. İşte huzurlarınızda biraz deli, çok neşeli, hayatı sanatla dolu bir usta, Ayşen Gruda...

* Bizim çocukluğumuz senin filmlerin sayesinde kahkahalarla geçti. Peki ya senin hayatının ilk yılları nasıldı?

- Osmanlı zamanında karargah olarak kullanılan bir köşkte dünyaya geldim. Boşuna devlet gibi kadınım demiyorum (kahkahalar). Öyle çok varlıklı bir aile falan değildik. O zamanlar en büyük merakım telden arabalar yapıp evin yakınındaki boş arazide oynamaktı. Radyo dinleyerek hayallere dalar, anneannemin masallarıyla başka dünyalara giderdim. Bir de Halit Ziya Uşaklıgil’in odasında arkadaşlarımla kovalamaca oynamaya bayılırdım.
* Halit Ziya Uşaklıgil’in odası da kurduğun hayallerden biriydi herhalde...

- Yok canım; akrabaları Yeşilköy’de komşumuzdu. Çalışmak için o köşke gelirmiş. Hatta “Aşk-ı Memnu”, “Mai ve Siyah” gibi eserlerini de orada yazmış. Sonra da o odayı ben kovalamaca için kullandım işte (gülüyor).

Yazının Devamını Oku

Ölülerimize dünyanın her dilinde amin demeliyiz

10 Mart 2015
Hayko Bağdat röportajında kaldığımız yerden devam ediyoruz. Gerçi Hayko’da tefrika olacak, günlerce yazsam bitmeyecek malzeme var ama bana ayrılan köşenin sonuna geldik. İşte Hayko’yla yaptığımız muhabbetin ikinci bölümü...

* Televizyon programlarına “temsili Ermeni kontenjanından” katılan Hayko Bağdat dinine bağlı bir adam mıdır?
- Ben eksik Ermeniyim. Sana gırgır bir şey söyleyeyim mi; eskiden Patrikhane’nin yolunu bile bilmezdim. Ama mecburi bir Ermeni de olsam, ateist de olsam Patrik figürü benim için çok önemli. Folklorik de olsa acayip bir saygım var.
* Patrik Mutafyan ile tanışıyor musunuz?
- Madem sordun o zaman sana bir hikaye anlatayım da dinle... Radyoda program yaptığım dönemde öğrendik ki, Patrik ve beraberindekilerin otobüsü Antalya’da devrilmiş. Deli cesaretiyle yanında olduğunu bildiğim bir arkadaşımı arayıp, “Patrik’i telefonla yayına bağlayabilir miyiz?” diye sordum. Ardından da heyecanla anons ettim, “Birazdan Patrik ile telefon bağlantısı yapacağız.” Havama bakar mısın abi!
* Yayına bağlanmadı mı?
- Bağlandı canım. Telefonda burnunun ve bacağının kırık olduğunu, birazdan ameliyata gireceğini söyledi. Düşünsene, başta Ermeniler olmak üzere bütün kamuoyu olayı Patrik’in sesinden benim programımda öğrenmiş oldu. Bu sırada bir kadın ısrarla yayına katılmak istedi. Bağlanınca da “Ben Diramayr, kaza için çok üzgünüm. Onlar için dua ediyorum. Sizden ricam geçen hafta çaldığınız Der Vogormia ilahisini tekrar çalmanız” dedi.
* Senin cevabın ne oldu?- “Diramayr Hanım elimden geleni yapacağım” deyip çalmadım. Koca Patrik’i yayına almışım, hale bak millet bizden şarkı istiyor diye düşündüm. Ertesi sabah aldığım şu mail, felaketimi ortaya çıkardı: “Hayko Bey çabanızı takdir ediyorum. Fakat Ermeniler hakkında program yapıyorsanız, en azından Diramayr’ın bir isim olmadığını Patrik Hazretleri’nin annesi anlamına geldiğini bilmeniz gerekmez mi?”

Yazının Devamını Oku

Ben de Bizans’ı değil Malkoçoğlu’nu tutardım

9 Mart 2015
Gazeteci, yazar, baba, komik adam, “gollik”, “dalgacı Mahmut”, müzmin muhalif, solcu, cemaatçi, derin devletçi... Hatta kimilerine göre hepsi birden! 300 bine dayanan takipçisi ve müthiş sarkastik diliyle Twitter fenomenlerine taş çıkaran bir sosyalist... Programlara “Ermeni konuk lazım olduğunda” çıkıp arkadaş ortamı muhabbetindeymiş gibi takır takır saydırıp, içindekileri olduğu gibi döken bir “salyangoz”... Peki aslında kim bu atarlı ve komik adam? Sosyal medyada, kitapçıda, gazetede ya da televizyonda hayatımızın içinden en az bir kere geçmiş Hayko Bağdat şimdi tam da burada...

Küstah bir soruyla başlamak istiyorum. Kimsin sen, bu özgüvenin nereden geliyor?
- Güzel bir soru ama inan ki cevabını ben de bilmiyorum. Bildiğim tek şey hep haklı olduğum.
Dakika bir, gol bir! Niye hep haklı olduğuna inanıyorsun?- Anlatayım... Gazete, televizyon gibi yerlerde herkesin ilgi alanları vardır. Diyelim ki ben bir programa çıkıyorum. Ali İsmail Korkmaz’ın katillerinin toplamına, çocuğun yaşından az ceza vermişler. Buna kızıp, diyorum ki; “Bir çocuğun üzerinden mühimmat çıkıyorsa ve o mühimmat devlete aitse onun katili devlettir.”
Senin kim olduğunu sormuştum ben...- Tamam işte, bunları söyleyen adamım ben! Hak davalarıyla ilgileniyorum. Kürtler’in, Ermeniler’in, Aleviler’in, trans bireylerin özgür ve eşit yaşamaları için uğraşıyorum. Bir sistem varsa, bu konularda mağdurla işbirliğindeyim. Sorduğun özgüvenimin belli bir kısmı buradan geliyor.
Peki ya öteki kısımları?
- En önemlisi bir bagajımın olmaması... Medyadaki hemen hemen herkesin siyasi anlamda bir angajmanı var. Bu yüzden de adam bir şey söylerken birtakım siyasetçiler, partiler, kurumlar, ilişkiler ve o ilişkilerin hayatına olan katkılarını gözetmek zorunda. Benim nemalandığım hiçbir şey yok. Olsa vallahi çoluk çocuk rahat edeceğiz. Bir tek program bitince arayan annem var, o da her seferinde “Allah belanı versin, başımızı yine belaya sokacaksın” diyor (gülüyor).
Annenin korktuğu gibi tehlikeli sularda yüzdüğünü düşünmüyor musun?- Diyarbakır’da yaşayan 13 yaşında bir Kürt çocuğundan daha fazla mı tehlikedeyim, bilmiyorum. Zaten bunlar yarıştırılamaz da... Bence Türkiye’de herkes aynı derecede risk altında. Çünkü bu ülkede münferit cinayet çok azdır, hepsi kategoriktir.

Yazının Devamını Oku