‘İktidarda İslamcı bir parti var, dini duyguları sömürerek oy alıyor; seçmen de bize yeterince dindar olmadığımız için oy vermiyor. İyisi mi ben, dindarlığından şüphe duyulmayacak birini aday yapayım, seçmen de beni seçsin.’Hem Kemal Kılıçdaroğlu’nun hem de Devlet Bahçeli’nin haftalar önce açıkladıkları cumhurbaşkanı adayı kriterleri tam da böyle şeylerdi.
Kırmızı parçanın yerine yeşil parça, onun üzerine sarı ve mavi parçalar... Hop, oldu bitti.
Sadece bu mantık yürütme biçimine sahip olmaları bile bu iki siyasi liderin neden hiç seçim kazanamadıklarını yeterince açıklıyor aslında.
Ne toplum çeşitli renklerdeki irili ufaklı lego parçalarından oluşan bir bütün ne de siyaset bütün o lego parçalarının renk ve büyüklüklerinin hep sabit kaldığını varsayabileceğimiz bir süreç.
Eğer toplum, Devlet Bahçeli’nin meşhur üçgen çizimlerindeki gibiyse, zaten ört ki ölem, siyaset yapmanın bir anlamı yok. Devlet Bahçeli için de yok, Kemal Kılıçdaroğlu için de yok, daha fazla özgürlük ümidiyle sokağa çıkan Gezi eylemcisi için de... Hepimiz dükkânı kapatıp gidelim,
Bahçeli üçgenleri çizdi, noktayı koydu.
Oysa siyaset, inançla ve programla yapılan bir iştir. Önce bir dünya görüşünüz ve ona ilişkin inancınız olacak, sonra da bu inancı uygulanabilir, hayata geçirilebilir bir programa dönüştürecek, halkı o programa iknaya çalışacaksınız.
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli'ye iki partinin ortak cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmeleddin İhsanoğlu'nu önerdi. MHP lideri bu öneriyi olumlu karşıladı. Önce 'MHP de bu isim üzerinde bütünleşerek, seçimi herhangi bir kaosa dönüştürmeden, demokrasimizi güçlendirmek açısından sonuçlandırma arzusu olacaktır' dedi, sonra da en azından benim kafamı karıştıran, 'Bu isim etrafında da çalışacağımızı belirtmek istiyoruz' cümlesini etti.
Şimdi 'çatı aday' veya iki partinin ortak adayı İhsanoğlu oldu mu, yoksa MHP parti içi bir iştişare/onay süreci sonunda mı buna karar verecek, göreceğiz. Aynı şekilde, CHP içinde de İhsanoğlu isminin parti içi onay süreçlerinden henüz geçmediğini biliyoruz.
Ne olursa olsun, Ekmeleddin İhsanoğlu'nun ortak aday olduğu ve MHP'nin ayrıca aday çıkartmayacağı varsayımı üzerinden konuşmakta fayda var.
İhsanoğlu, son derece saygın ve değerli bir biliminsanı, ayrıca saygın ve önemli bir uluslararası memur. Kendisi hakkında aleyhte söylenebilecek çok az şey var. Fakat İhsanoğlu bir siyasetçi değil; hatta bugüne kadar da siyasete özellikle uzak durmuş ama yine de ANAP, DYP ve Ak Parti gibi partilerin doğal hinterlandında bulunmuş biri.
Siyasetin 'haşin' dili...
İhsanoğlu'nun siyasetçi olmaması ve bildiğimiz kibar kişiliği, onun bu seçim sürecinde uğrayacağı hakaretlere ve ağır dille yapılmış eleştirilere aynı dille cevap vermesini engelleyecektir. Maalesef Türkiye'nin genel siyasi iletişim dili, en hafif ifadesiyle 'haşin' bir dildir; terbiyeli ve normal insanların bu dille bırakın konuşmasını, o dili anlamasını bile hayal edemeyiz.
O yüzden siyasi polemiklerin içine girmek istemeyecek, girecek olursa da karşısındaki ile aynı seviyede konuşmayacak bir ismin tercih edilmesi, ilginç bir seçim.
Çok uzak zamanlar değil, dört-beş yıl önce olurdu bu.
Türk iş insanları, bu iki ülke başta olmak üzere karayoluyla ulaşılabilen bütün Ortadoğu coğrafyasına mal satardı.
Hükümetlerarası ilişkiler çok zamandan beri berhava olmuş durumda; bugün Türk kamyonları sınırın öteki tarafına geçmiyor, geçmiş durumda olanları geri getirmeye uğraşıyoruz.
Türkiye’nin güney sınırlarındaki iki büyük ülkeyle, Irak ve Suriye’yle siyasi ilişkileri de, ekonomik ilişkileri de dibe vurdu. Bir tek Kürt bölgesi kaldı geriye.
Türkiye, büyük olasılıkla, Musul’daki vatandaşlarımızı kurtardıktan sonra bölgeyle olan ilişkisini minimuma indirmeyi tercih edecektir; dün de yazmaya çalıştım, Kürtler ve Kürt bölgesi hariç ama Araplarla ilişkimiz, biraz da zaten ortada muhatap kalmadığı için sıfırlanacaktır.
Sonu belirsiz bir süre için bu böyle olacağına göre, Türkiye’de çok ama çok şey değişmek zorunda kalacak. Buna Türkiye’nin jeo-politik önemi de dahil.
Musul-Kerkük petrollerinin akışı, boru hattı IŞİD kontrolüne geçtiği için duracaktır. Kürt bölgesinin petrollerinin nasıl geleceği ise şimdilik belirsiz.
Bugün kamuoyu Ali İhsan Sabis’i neredeyse hiç bilmez; ama onunla bugünün gazete manşetleri arasında yakın bir ilişki var.
Ali İhsan Sabis, Osmanlı ordusunda bir generaldi, aynen Mustafa Kemal gibi. Mondros Mütarekesi imzalandığında Musul ve civarını ordusuyla kontrolü altında tutuyordu. İngilizler ondan mütarekeye aykırı olarak geri çekilmesini istediler, başta reddetti ama sonra Mustafa Kemal’in komutasındaki ordunun karargâhını Şam ve Halep’ten Adana’ya taşıması üzerine o da Nusaybin’e kadar geriledi.
Ve böylece, ‘Musul-Kerkük meselesi’ dediğimiz mesele başladı.
Atatürk mü haklıydı Ali İhsan Sabis mi meselesine hiç girmeyeceğim, dileyen tarihi dilediği kadar konuşabilir. Mesele şu: Lozan’da Musul-Kerkük’ün yeni kurulan (ve İngiliz mandasındaki) Irak’a mı yoksa Türkiye’ye mi ait olacağı sorusunun cevabı, bugünkü BM’nin o zamanlarki silik ve kötü bir karşılığı olan Milletler Cemiyeti’ne bırakıldı.
Türkiye, Milletler Cemiyeti’nde Musul ve Kerkük’ü isterken temel tez olarak, bölgede Kürt ve Türkmenlerin nüfusun çoğunluğunu oluşturduğu ve Türkiye’ye katılmak istediği görüşünü kullandı. İngilizler ise Arapların çoğunlukta olduğu ve Irak’ta kalmak istediği görüşünü savundu.
Detay tartışmalara girmenin yeri burası değil, neticede 90 yıl önce Musul ve Kerkük Irak’ta kaldı.
Bugün geldiğimiz noktada, 1. Dünya Savaşı’nın galip emperyalist güçlerinin Türkiye’nin güneyinde yarattığı iki (belki üç) yapay devletin de sonunun geldiğini görüyoruz. Bunlar Fransızların yarattığı Suriye ve Lübnan ile Birleşik Krallığın yarattığı Irak.
9 Haziran 2014 tarihli yazısına şöyle başlamıştı Ruşen:
“Kürt sorunu ve çözüm süreci söz konusu olduğunda, bir yanda çözüm yanlısı ‘güvercinler’, onların hemen karşısında ‘şahinler’ ve ikisinin arasında da ‘akbabalar’ var. Akbabalar öyle sürecin her anında ortaya çıkıp kendilerini belli etmezler. Bazıları çözüm, bazıları da çözümsüzlük yanlısı olarak bilinir. Yine içlerinden kimileri hükümete, kimileri Kürt siyasi hareketine, geri kalanları da muhalif partilere yakın gibi durur. Fakat ne zaman süreç sıkıntıya girse, bunların eski giysilerini çıkardıklarını, pozisyonlarını terk ettiklerini ve büyük bir şevkle sürecin ölümünü ilan ettiklerini, kısacası hep birlikte akbabalaştıklarını görürüz.”
Sadece çözüm süreci değil, Avrupa Birliği, demokratikleşme, Kıbrıs sorunu gibi kronikleşmiş her meselemizde bu ‘akbaba’ları görmek olası; görüp duruyoruz da zaten.
İlkeler, fikirler, ideolojiler ve idealler üzerinden değil de egolar ve kişilere ilişkin duygular üzerinden siyaset yapmanın, siyasi tavır almanın doğal bir sonucu bu. Ama bu böyle diye küçümsememek gerek, çünkü ‘akbabalar’ denen siyasi sınıf, zaman zaman çok büyük bir etkileme gücüne sahip olabiliyor; çünkü aslında sandığımızdan çok daha geniş bir grup bu.
Çözüm süreci adı verilen büyük proje, belki bu ülkede cumhuriyetin kuruluş projesi kadar önemli, cumhuriyetimizi sürdürülebilir bir normalleşme yoluna sokacak olan bir şey. O yüzden çözüm süreci karşısında tarafsız olmak çok zor; bu köşeyi sürekli izleyenler biliyor, ‘çözüm’den yana tarafım ama bir yandan eleştirel olmaya da çalışıyorum.
Çözüm sürecini yeterince üzerinde çalışılmamış, düşünsel temeli oluşturulmamış ve bir iç tutarlılığa sahip olmayan bir süreç olarak görebilirsiniz. Bütün bu eleştiriler gayet yerinde. ‘Gezi’de halkını gazlayan bir hükümetin Kürtlere vaat edecek ne özgürlüğü olabilir’ cümlesi yanlış bir cümle de olmaz.
Ancak sadece bu cümle ile yetinip her şeye sırt çevirmek bir nevi ‘Ört ki ölem’ tavrıdır, siyasi nihilizmdir. Demokrasi ve özgürlükler konusu BİZİM bildiğimiz ama hükümetin bihaber olduğu, BİZİM ahlaki üstünlüğe sahip olduğumuz hükümetinse olmadığı bir konu değil.
Tablolardan biri, ülkede oluşan geliri tek tek bireylerin nerelerden elde ettiğini gösteriyordu. Sanayileşmiş, modern ekonomik ilişkilerin geçerli olduğu bütün dünya ülkeleri gibi Türkiye’de de bir yıl içinde elde edilen gelirin (servetle karıştırmayın) yarısı ücret ve maaşlarla ediniliyor.
Peki bu ücret ve maaşları alanlar, aldıkları parayı, yani ülkede elde edilen bütün gelirin yarısını nasıl paylaşıyor? O tabloyu bir kez daha bugün yayınlıyorum.
Dünkü yazı o tablodan hareketle yazılmış şu cümlelerle bitiyordu:
‘(...) toplumun en yüksek gelir elde eden yüzde 20’lik kesimi, 2006’da bütün maaş ve ücretlerin yüzde 51.7’sini alırken aynı rakam 2012’de yüzde 52.7’ye yükselmiş.Buna karşılık toplumun en altındaki yüzde 40’lık kesimin maaş ve ücretlerden aldığı pay 2006’da yüzde 10.7 iken 2012’de yüzde 12’ye ancak yükselmiş.Yani, AK Parti aslında en çok temsil ettiğini söylediği toplumun en altındakilerine öyle büyük bir sıçrama yaşatamamış.Peki ama neden?’Sahiden neden? Bugün bu soruya cevap arayalım.
Aslında keşke elimizde yüzde 10’luk, hatta yüzde 1’lik dilimler halinde bütün kırılımlar olsa ama maalesef TÜİK’in yayınladığı veri seti nüfusu yüzde 20’lik dilimlere bölüyor.
Hiç değilse en çok gelir elde eden yüzde 1’in toplam gelirin ne kadarını aldığını bilsek çok iyi olacak. Ama benim (şimdilik) derdim, toplumun en tepesindekiler değil en altındakiler.
En alttaki yüzde 40’a baktığımızda bunlar bütün maaş-ücret gelirlerinin sadece yüzde 12’sini alıyorlar.
Ama 12 yıllık bir iktidarın ardından, partinin uyguladığı ekonomik politikalarla toplumun hangi kesimlerine öncelik verdiğine ve verilen bu önceliğin parti söylemiyle uyuşup uyuşmadığına da bakmak gerekir.
Ne muhalefet partileri, ne sivil toplum örgütleri, ne de gazetelerimizin iktisatçı köşe yazarları bu önceliklere yeterince baktı. (Bazı isimleri burada ayrı tutmak isterim, bu çabayı kesintisiz sürdüren birkaç kişi oldu; eminim onlar kendilerini eleştirilerin dışında tuttuğumun farkındalar.)
Ben iktisatçı değilim; temel iktisat bilgisi dışında formel eğitimimde bir şey öğrenmiş de değilim. Ama gazeteci olarak görevimin bir şeyleri doğru biçimde öğrenmek ve sonra da herkesin anlayacağı bir dille okuyucuya aktarmak olduğunu düşünüyorum. Az sonra yazacaklarım, benim bazı uzman iktisatçılarla yaptığım sohbetler ve Türkiye İstatistik Kurumu’nun bazı rakamlarından oluşuyor ve eğer yazdıklarımda bir hata varsa, elbette tümüyle bana ait.
Bu kısa girişin ardından konumuza girelim:
TÜİK’in web sitesine girdiğinizde (www.tuik.gov.tr) gelir dağılımıyla ilgili çok sayıda istatistikle karşılaşıyorsunuz. Geçmişe doğru, hele hele uzak geçmişe doğru maalesef gelir dağılımı rakamlarımız yok ama mesela 2006-12 arasına ait, yani AK Parti iktidar döneminin ortasına ilişkin birbiriyle tutarlı, karşılaştırılabilir nitelikte tablolar var.
Bu tablolardan birinden çıkardığım tablolardan birincisi (Tablo 1) 2006-12 dönemindeki yıllarda elde edilen harcanabilir gelirin türlerine ilişkin. Buna baktığımızda maaş-ücret gelirleriyle ‘yevmiye’ adı altında toplanan düzensiz çalışma gelirlerinin, dünyanın başka ülkelerine benzer biçimde bizde de bütün gelirlerin neredeyse yarısını oluşturduğu görülüyor.
2006 yılında bütün gelirlerin yüzde 44.5’i maaş-ücret ve yevmiye imiş, 2012’de bu rakam 50.3’e yükselmiş.
İşte, hafta sonundan beri İstanbul’da da yağış var; arada dolu yağdığı da oldu, önceki gün ise ciddi su baskınlarına sebep olan yoğunlukta bir yağış yaşandı. Üsküdar’da bir şehir hatları vapuruyla yan yana giden bir minibüsü gösteren fotoğraf hepimizin hafızasına çakıldı.
İstanbul’un altyapısının bu çeşit su baskınlarına, dere taşmalarına hazırlıklı olmadığı, daha önce defalarca böyle olayları yaşadığımız halde o altyapıyı bir türlü beceremediğimiz ortada.
Ancak öte yandan gelecekte böyle olayları daha çok ve daha sık yaşayacağımız da anlaşılıyor. Çünkü malum, küresel iklim değişikliği denen şey artık inkâr edilemez bir gerçek olarak karşımızda duruyor; onun sonuçlarını da yaşıyoruz işte.
Türkiye, maalesef bu küresel sorunu neredeyse hiç ciddiye almayan, bırakın karbon salımını azaltmak konusunda önlem almayı endüstrileri neredeyse daha fazla karbon salımına teşvik eden bir ülke.
Soma’daki maden faciasıyla bir kez daha yaşadık; ülkemizde maalesef termik santral diye bir gerçek var.
Bugünlerde gazetelerde çarşaf çarşaf ilanlarını görüyoruz, bir holdingimiz termik santral inşa etmiş, bizim de onlarla gurur duymamızı istiyor. İki tam sayfaya yayılan ilanda pek çok şey var da, santralın ne kadar karbondioksiti atmosfere bırakacağıyla ilgili tek satır yok.
Zaten, mesela Amerika’daki termik santralların karbon salımlarıyla ilgili rakamları bulmak son derece kolayken Türkiye’de aynı rakamları bulmak bir hayli zor.