Paylaş
‘İktidarda İslamcı bir parti var, dini duyguları sömürerek oy alıyor; seçmen de bize yeterince dindar olmadığımız için oy vermiyor. İyisi mi ben, dindarlığından şüphe duyulmayacak birini aday yapayım, seçmen de beni seçsin.’
Hem Kemal Kılıçdaroğlu’nun hem de Devlet Bahçeli’nin haftalar önce açıkladıkları cumhurbaşkanı adayı kriterleri tam da böyle şeylerdi.
Kırmızı parçanın yerine yeşil parça, onun üzerine sarı ve mavi parçalar... Hop, oldu bitti.
Sadece bu mantık yürütme biçimine sahip olmaları bile bu iki siyasi liderin neden hiç seçim kazanamadıklarını yeterince açıklıyor aslında.
Ne toplum çeşitli renklerdeki irili ufaklı lego parçalarından oluşan bir bütün ne de siyaset bütün o lego parçalarının renk ve büyüklüklerinin hep sabit kaldığını varsayabileceğimiz bir süreç.
Eğer toplum, Devlet Bahçeli’nin meşhur üçgen çizimlerindeki gibiyse, zaten ört ki ölem, siyaset yapmanın bir anlamı yok. Devlet Bahçeli için de yok, Kemal Kılıçdaroğlu için de yok, daha fazla özgürlük ümidiyle sokağa çıkan Gezi eylemcisi için de... Hepimiz dükkânı kapatıp gidelim,
Bahçeli üçgenleri çizdi, noktayı koydu.
Oysa siyaset, inançla ve programla yapılan bir iştir. Önce bir dünya görüşünüz ve ona ilişkin inancınız olacak, sonra da bu inancı uygulanabilir, hayata geçirilebilir bir programa dönüştürecek, halkı o programa iknaya çalışacaksınız.
Muhalefet partilerimiz, esas yapmaları gerekenin lego bloklarıyla oyun oynamak değil siyaset yapmak olduğunun idraki içinde olsalar, Ekmeleddin İhsanoğlu gibi saygın bir ismi öğütülmek üzere Türkiye değirmenine atmazlardı.
Atatürk ve ulusalcılık birer kenar süsü müydü?
Bu saatten sonra ‘Kimlik siyasetini ilk kim başlattı, ilk günah kimin’ diye sormak manasız. Hepimiz biliyoruz ki, Türkiye’de kimlikler üzerinden siyaset yapılıyor. İktidarın ‘İslamcı’ kimliğine karşılık CHP Atatürkçü ve ‘ulusalcı’ kimlikleri öne çıkardı, son 12 yıldır muhalefet yapmanın ana damarı bunlar.
Ama o da ne, bir bakıyoruz, memlekete cumhurbaşkanı seçileceği zaman en önce anamuhalefet partisi yıllardır pekiştirdiği, biriktirdiği ve katılaştırdığı bu kimlikleri unutmuş, müthiş bir siyasi oportünizme sığınmış.
O zaman sormak lazım: Bunca yıldır her fırsatta devreye giren ‘Ulusalcılık’ ve ‘Atatürkçülük’ birer kenar süsü müydü? Üstten çıkarılıp atılacak bir gömlek miydi?
Peki, Ekmeleddin İhsanoğlu’nu ortak aday belirleyenler ‘takiye’ mi yapıyor, samimi mi?
Muhalefetin temsil sorunu daha da büyüyecek
Geçen yıl Gezi Parkı için Türkiye’nin dört bir yanında sokağa çıkanlar kendi içlerinde belki bin bir rengi barındıran, hiç de homojen olmayan topluluklardı ama bir şey onları birleştiriyordu: Onlar şu veya bu biçimde AK Parti iktidarına ‘Artık yeter’ diyorlardı.
O zamandan beri yazıyorum, bu insanları birleştiren bir başka ortak nokta şuydu: Oy vermeye kendilerini mecbur hissediyor bile olsalar muhalefet partilerinin kendilerini temsil ettiğini de düşünmüyorlardı.
Gezi Parkı’nda sokağa çıkan insanlar şimdi acaba Ekmeleddin İhsanoğlu’nun aday gösterilmesi hakkında ne düşünüyor? Yerel seçimde Mustafa Sarıgül’ün aday yapılması için ne düşünmüşlerdi?
‘Tatava yapma, bas geç’ denecek bir konu daha mı?
Muhalefetin temsil sorunu bu seçimden sonra daha da büyüyecek; cumhurbaşkanı seçiminden sonra korkarım daha fazla sayıda insan çareyi sokağa çıkmakta bulacak.
Muhalefetin Coşkun Özarı dönemi...
Sabah sohbet ederken bir arkadaşım yaptı bu benzetmeyi. Bir zamanlar futbolumuza hâkim olan ‘Almanlar çok güçlü, biz onlara kendi oyunumuzu kabul ettiremeyiz, en iyisi onların oyununu bozalım’ anlayışına benziyor muhalefetin ortak aday seçimi.
Rahmetli Coşkun Özarı’nın teknik direktörlük dönemine denk gelen, çoğu zaman ‘şerefli’ yenilgiler, bazen de beraberliklerle süren bu dönemi benim yaşıtlarım iyi hatırlar.
Muhalefet de iktidarın gücünü peşinen kabul ediyor, hatta bu gücün altında eziliyor, kendi oyununu ona kabul ettirmek yerine iktidarın oyununu bozmaya yelteniyor.
Buna da siyaset deniyor.
Hayır, bence bu siyasi nihilizm. Veya intihar.
Paylaş