Ama o da ne, Başbakan Erdoğan çoktan salona varmış bile. Salonun içi hıncahınç dolu. Yaka kartlarımız kontrol ediliyor, bazı eski bakanlarla birlikte aynı anda salona giriyoruz.
Gazeteciler için ayrılan koltukların etrafında AK Parti’nin gençlik örgütlerinden gelenler var. Genç kızlar, erkekler. En heyecanlılar onlar, her fırsatta sloganlar atıyorlar, ayağa fırlıyorlar, zıplıyorlar.
Az sonra Mehmet Ali Şahin, AK Parti’nin adayı olarak Recep Tayyip Erdoğan’ı ilan ediyor, gençlerin coşkusu görülmeye değer. Erdoğan için hazırlanan belgeseli de sloganlar eşliğinde izliyorlar ve en sonunda Erdoğan kürsüye geliyor.
Başbakan’ın, Cumhurbaşkanlığı’na adaylığı ve partisine vedasıyla ilgili yaptığı bu ilk konuşma hakkında eminim çok sayıda değerlendirme çıkacak. Ben, daha konuşma devam ederken etrafta dile getirilmeye başlanan bir şeyi, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na ilk tur olan 10 Ağustos’ta seçilip seçilmeme ihtimalini yazacağım.
Anlaşılan Başbakan da seçimin bir ikinci turu olacağını varsaymıyor, konuşmasında hep ‘10 Ağustos’ dedi, 24 Ağustos ihtimaline değinmedi bile.
Peki ama bu mümkün mü?
En son 30 Mart 2014’te yerel seçimler yapıldı. Bu seçimde Adalet ve Kalkınma Partisi’nin büyükşehir olan yerlerde belediye meclisi, olmayan yerlerde de il genel meclisi için aldığı oyların toplamı 22 milyon 425 bin 460.
İnternet çağı başımıza daha şok iş açacak gibi gözüküyor. Son olarak Facebook'un hiç de azımsanmayacak sayıda kullanıcısının, tam sayısıyla söyleyelim 689 bin kişinin bir 'bilimsel' deneyde farkında bile olmadan deney faresi oldukları anlaşıldı.
'Deney'in kendisi ve ulaşılan sonuçlar da vahim ama şimdilik en vahimi, bu 689 bin kişinin 'kobay' olduklarını bilmemeleri.
Biri Facebook'un kendi 'veri bilimi' takımından, biri San Francisco'daki University of California'dan ve sonuncusu da Cornell Üniversitesinden üç bilimci, Facebook kullanıcısı 689 bin kişinin bu sosyal networkü açtıklarında gördükleri 'haber akışı'nı manipüle etmişler.
İlk olarak bu 689 bin kişiye kötümser içerikli haber ve paylaşımları göstermiş, iyimser içeriklileri saklamışlar. Daha sonra da bunun tam tersini yapmışlar, yani kötümser içerikli haberleri ve paylaşımları gizleyip iyimser içeriklileri göstermişler.
Bunları yaparken de o 689 bin kişinin tepkilerine bakmışlar.
Aradıkları şu: İyimserlik ve kötümserlik gibi ruh hallerinin bulaşıcı olup olmadığını anlamak.
Sonuç: Evet, bu ruh halleri bulaşıcı.
Kötümser haberlere maruz kalanlar çoğunlukla kötümser olmuş, kendi 'durum'larını kötümser kelimelerle ifade etmişler; sonra aynı kişiler iyimser haberlere maruz kaldıklarında da ansızın iyimser olmaya başlamışlar, 'durum'larını buna uygun biçimde güncellemişler.
Ama yine de, bu ülkede futbolun sahiden gündeme gelmesi için böyle bir Dünya Kupası'nı beklemek gerekiyormuş.
Önceki akşam Amerika'nın dört bir yanından fotoğraflar yağdı, Boston'da, Chicago'da, New York'ta, başka şehirlerde parklara meydanlara dev ekranlar kurulmuştu ve sahiden büyük kalabalıklar Amerika ile Almanya'nın maçını seyrediyordu.
Ama Dünya Kupası'ndan sonra Amerika'da büyük ihtimalle eskiye dönülecek, yine beyzbol, basketbol, Amerikan futbolu, buz hokeyi gibi sporlar en popüler sporlar olmaya devam edecekler.
Öyle olsa bile, Amerikan medyasının büyük oyuncularını bu dünya kupası sırasında izlemek beni özel olarak eğlendiriyor. Çünkü futbola, hiç de bizim baktığımız gibi bakmıyorlar.
Mesela adını hatırlar mısınız bilmiyorum, Nate Silver diye bir matematikçi/istatistikçi var. Obama'nın ikinci kez seçileceğini kendisi hiçbir anket yapmadığı halde, yapılmış bütün anketlerin verilerini derleyip tek bir büyük çalışmaya (meta anket) çevirip söyleyen adam.
Nate Silver o seçim sırasında The New York Times'daki yazılarıyla meşhur oldu, yakın zaman önce kendi ilginç haber web sitesini açtı. (www. http://fivethirtyeight.com )
Silver burada sadece siyaset değil spor da yazıyor; basketbolda NBA final serisinden Amerikan futbolu lig finaline kadar pek çok önemli maç veya maç serisi için istatistiki analizler yaptı; hemen hemen söylediği her şey de çıktı.
Hadi gerekçesini de ekleyin, hepsi birden 2.5 sayfa ediyor. Üstelik büyük puntolu.
Hükümetin Meclis’e sevk ettiği, ‘Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Gerçekleştirilmesine Dair Kanun Tasarısı’ başlıklı tasarıdan söz ediyorum. Yürürlük maddesi de dahil beş madde.
Ne yasanın kendisinde ne de gerekçesinde ‘Kürt’ kelimesi geçiyor. Sanki sanal ve sebebi belirsiz bir ‘terör’ var, bu yasa da o terörün sona erdirilmesi için gerekenleri yapmak üzere Bakanlar Kurulu’na görev veriyor. Sanki böyle bir yasa olmasa Bakanlar Kurulu kendini görevli hissetmeyecek veya yapması gerekenleri yapmayacak sanırsınız.
Ama hayır. Yasanın maksadı bu değil. Yapılması gerekenleri, onların derinliğini ve kapsamını ilgili ilgisiz herkes biliyor zaten. Yasanın maksadı, sondan bir önceki maddesinde, yani dördüncü maddesinde yazılı:
“Madde 4: 1) Bu kanun kapsamında verilen görevler, ilgili kamu kurum ve kuruluşlarınca ivedilikle yerine getirilir. 2) Bu kanun kapsamında verilen görevleri yerine getiren kişilerin hukuki, idari ve cezai sorumluluğu doğmaz.”Evet, bu yasa Meclis’ten geçip yürürlüğe girecekse, gerçek anlamda işlevsel olacak yegâne maddesi budur. Geri kalanı temenniler demetinden ibaret. Haa, bir de ‘Çözüm süreci’ koordinasyonu görevinin Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’na verilmesi var tabii. Hepsi bu.
Gelin, filmi biraz başa saralım, bu yasaya neden ihtiyaç duyulduğunu konuşalım.
İmralı Adası’nda cezasını çekmekte olan Abdullah Öcalan ile doğrudan, Kuzey Irak’taki Kandil dağlarında olan PKK karargâhıyla da genellikle dolaylı yoldan görüşmeler, 2012 yılının sonbaharından beri yürütülüyor.
Biz ülkemizde düne ilişkin kavgalarımızı yaparken dünya değişiyor; hatta evreni kavrayış biçimimizi de değiştiriyor.
Antarktika'daki 'karanlık bölge' Amundsen-Scott Güney Kutbu Labaratuarında pek çok üniversitenin işbirliğiyle sürdürülen BICEP 2 araştırmasında elde edilen sonuçlar, bugün parçacık fiziğinin temeli olarak kabul edilen ve onyıllardır geliştirilmeye devam edilen 'Standart Model'in ötesinde bir fizik olup olmadığı tartışmasını başlattı.
Önce BICEP 1'le başlayan ve sonra da BICEP 2 ile devam eden gözlemlerde özel olarak 'kozmik arka plan ışıması' adı verilen ve evrenimizi ortaya çıkartan 'Büyük Patlama'nın bugün gözlenen kalıntılarına bakılmak istendi. O yüzden özel teleskoplar üretildi, BICEP1'de 2006-2008 arasındaki 'kozmik arka plan ışıması' gözlendi, kayıtlar yapıldı. Ardından BICEP2'ye geçildi, bunda da 2010 başından 2012 sonuna kadar gözlem yapıldı. Yakında BICEP3 devreye girecek.
Burada 1, 2 ve 3 diye anılan gözlemlerle farklı dalga boyları tarandı. Ve sonuçlar da internet aracılığıyla bütün dünyanın hizmetine sunuldu.
Ve bu sonuçları inceleyen Britanyalı iki fizikçi, Londra'daki King's College'dan Robert Hogan ve Dr. Malcolm Fairbairn, çok önemli bir makale yayınladılar.
Makalenin bulgularına geçmeden bazı temel bilgilere bakmamız gerek.
'Büyük Patlama'dan sadece 10 üzeri -35 saniye sonra, o ana kadar bir arada duran temel kuvvetlerden kütleçekim kuvveti bu birlikten ayrıldı. Onu hemen 'güçlü kuvvet' (strong force) adı verilen diğer kuvvet izledi. Ve o anda evren genişlemeye başladı.
İşte BICEP 1 ve 2'nin baktığı, 3'ün de bakacağı zaman dilimi bu. Evrenin daha ilk saniyesi bile dolmazdan önceki, 10 üzeri -35'teki hali.
Venedik’teki mimarlık bienalinden söz ediyordu Özdemir ve ‘Akşam programda bunu işleyeceğiz, biraz vizyonunuz değişsin’ diyordu.
Durdum kaldım.
Siyaset dışında bir şeyden söz etmeyeli epey zaman olmuş. Siyasetten söz ederken bile yarına değil düne bakmışım. Yarına bakmaya çalıştığım nadir anlar ise eğitimle ilgili yazarken olmuş.
Kendimden söz ediyorum ama gazetelere, televizyon haberlerine, haber programlarına bir bakın; başkaları da benden farklı değil. Hepimiz bir biçimde geçmişte takılıp kalmışız, dünle ilgili sorunumuzu çözemezsek sanki yarın olmayacak, bırakın yarını bugün bile yaşayamayacağız sanıyoruz.
Oysa öyle değil. Hayat devam ediyor. Bahar geldi geçti, yaz başladı. Dünyamız ekinokstan geçti; günler kısalmaya başladı bile. Erik mevsimi bitti bitecek.
Peki acaba kafasını bir türlü dünden, geçmişten kaldıramadığı için bugünü ve yarını ıskalayanlar, hayat sevincini kaçıranlar sadece biz gazeteciler miyiz, yoksa bu ruh halinin toplumda da bir karşılığı var mı?
Kuşkusuz var. Ama acaba toplumun çoğunluğu böyle mi? Bence hayır.
Hem tek tek vatandaşlarımızın hem de toplu halde ülkemizin refahını sağlamanın bilinen, garantili yegâne yolu bu.
Bunun için de eğitim sistemimize, okulöncesinden üniversite sonrası yüksek lisans ve doktoraya kadar belli bir bütünlük içinde bakmamız, toplamı 20 yıla varan bu süreci baştan sona elden geçirmemiz gerekiyor.
Gerekiyor ama Türkiye’de bugün doğan bir bebeğin ortalama eğitim beklentisi OECD’ye göre hâlâ 14-16 yıl arasında. Yani 20 yıl değil.
Türkiye’de 25-35 yaş arası nüfusta üniversite ve dengi okul mezunlarının (yani en az 16 yıl okula gidenlerin) oranı yüzde 17, buna karşılık mesela Güney Kore nüfusunda aynı yaş grubunda olanların yüzde 65’i üniversite mezunu. O yüzden Güney Kore yapımı yüksek teknoloji ürünlerini evimizde ve cebimizde kullanıyoruz. Bugün üniversite yaşında olan nüfusumuzun sadece yüzde 40’ı üniversitede. (Yine OECD rakamları.)
Fazla rakama boğmak istemiyorum ama şunu da eklemem gerek: Her yıl kabaca 1 milyon çocuğumuz ilkokula başlıyor. 12 yıl sonra bunları liseden mezun ediyoruz. Ve onların sadece 100 binini, yani yüzde 10’unu G. Koreli veya Fransız veya Amerikalı veya İngiliz akranlarıyla rekabet edebilir bir bilgi ve beceri düzeyinde mezun edebiliyoruz. Geri kalanların 250-300 bin kadarı ‘Türkiye için iyi’ denebilecek seviyede; 600 bin kadarı ise Türkiye için bile yetersiz bilgi ve beceri seviyesinde liseden çıkıyor.
‘Dünyanın en iyi 500 üniversitesi’ listesinde bazen yokuz bazen de bir veya iki üniversitemiz listeye girebiliyor. 500 iyi üniversiteye en çok iki üniversitesini sokan Türkiye nasıl olacak da ‘Dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri’ olacak? Olamaz!
O yüzden sorunumuz tek başına ilköğretim, tek başına liseye giriş sistemi, tek başına üniversite sınavı falan değil. Sorunumuz eğitimin baştan sona bütün süreciyle ilgili.
Bu maddeyi okuduğunuzda göreceğiniz şudur: Cumhurbaşkanı tarafından tek başına yapılan sınırlı sayıda işin dışında bizim sistemimizde cumhurbaşkanının icrai bir yetkisi yoktur.
‘İcra’ demek, yani ‘yürütme’ demek, en temelde bütçe yapma ve harcama yetkisi demektir. Cumhurbaşkanı’nın bütçesi hükümet tarafından hazırlanır. Cumhurbaşkanı mali kaynaklarla yatırım yapamaz, Köşk’teki bazı onarım işleri dışında ihale de açamaz.
Biz 10 Ağustos günü ilk tur oylamasını yapacağımız seçimde işte bu anayasal düzen içinde bir cumhurbaşkanı seçeceğiz, başkan veya yarı başkan değil. O cumhurbaşkanı halkın yüzde 99’unun oyunu dahi alsa, yetkileri Anayasa’da yazılı yetkiler olacak, başka bir şey değil.
Deniyor ki, Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’na aday olacak ve başkanlık sistemine gidişin ilk adımı onun seçilmesiyle atılacak.
Türkiye başkanlık sistemine gider veya gitmez; cumhurbaşkanının Anayasa’da yazılı yetkileri değişir veya değişmez ama bütün bunlara parlamentoda gizli oyla karar verilir.
Başbakan olarak, partisinin genel başkanı olarak, milletvekillerini neredeyse tek başına belirleyen isim olarak ve en önemlisi seçimde kapı kapı dolaşıp neredeyse tek başına kendi karizmasıyla partisinin oylarını arttırmış bir isim olarak Recep Tayyip Erdoğan Anayasa’yı değiştirip başkanlık sistemini bugün getiremiyorsa, kâğıt üzerinde bu güçlerini tamamen terk edeceği ve partisinin mitinglerine dahi gidemeyeceği 2015 Haziran seçiminden sonra bu Anayasa değişikliğini nasıl yaptıracaktır?
‘Erdoğan başkan olmaya hazırlanıyor’ diyenlerin bu soruya siyaseten tutarlı bir cevap vermesi gerekir.