Öfkemiz yönelecek yer arıyor ama... Fazlasıyla çaresiziz...
Güneşli bir günde,
Masmavi göreceğiz Karadeniz'i.
Balkaya'dan Kapuz'a kadar,
Karış karış biliriz biz bu şehri;
Ereğli Kömür İşletmesinin çiçekli bahçeleri
Rıhtıma kömür taşıyan vagonlarıyla;
Paydos saatlerinde yollara dökülen
BDP’de Sabahat Tuncel ve CHP’de Kemal Kılıçdaroğlu kürsüye çıkmak üzereydi.
Bu yazıyı yazmak için ders çalıştığımdan Başbakanı da, Bahçeli’yi de dinlememiştim ama arada bir sosyal medyaya maruz kaldığım için memleketin ‘duyarlı’ sosyal medya esnafının her ikisine de laf atma, övme ve yerme yarışına girdiğinin farkındaydım.
Siyaseti izlemek benim işim. O yüzden siyasete, siyasetçiye burun kıvıramam; ciddiye alırım ve izlerim. Ama bir süreden beri ilgim, biraz daha uzun vadeli gelişmelere kaymış durumda. Gündelik kavgalar hep olan, her yerde olan şeyler ama bütün o kavga gürültünün içinde bir yandan da gelecek şekilleniyor, ben de o geleceği görmeye ve burada aktarmaya çalışıyorum.
Tesadüfen pazartesi günü hem Science dergisinde hem de Geophysical Research Letters adlı dergide, aylar önce yayınlanmak üzere gönderilmiş iki önemli araştırmanın makaleleri yayınlandı. Ben de pazartesi akşamından beri bu iki önemli makale ve onun yansımalarıyla ilgili haberleri izleyip duruyorum.
Her iki makale de Antarktika’nın Batı kıyılarındaki devasa buzul kütlesindeki erimeyle ilgili. Makalelerden birinde doğrudan buz kütlesi üzerinde ölçümler yapılmış, diğerinde ise NASA’nın uydularının görüntüleri üzerinden bir simülasyon gerçekleştirilmiş. Ve ilginç biçimde iki makalenin bulguları neredeyse tıpatıp aynı: Batı Antarktika’daki buz kütlesinin erimesi durdurulabilir, geri döndürülebilir noktayı geçti, buzlar bu yüzyıl ve önümüzdeki yüzyıl boyunca erimeye devam edecek ve bu erimenin de sonuçları olacak!
Kuzey kutbu buzulu için geri dönüşü olmayan noktayı geçeli epey oluyor. Oradaki buzul daha küçük olduğu için erime 2050’ye varmadan tamamlanacak. O yüzden bir süreden beri kutup buzulunu görmeye yönelik turistik turlara ilgi inanılmaz artmış durumda. Seneye ben de oğlumla böyle bir yolculuk yapma planları içindeyim; dünya gözüyle bir görelim, çünkü kuzey kutbunu bir daha göremeyeceğiz, oradan gemiyle geçilecek birkaç on yıl sonra.
Kutuplardaki buzulların neden eridiğini hepimiz biliyoruz: Küresel iklim değişikliği yüzünden. İklim değişikliğinin başlıca sorumlusu ise insanoğlunun atmosfere saldığı sera etkisi yaratan gazlar. Adıyla söyleyelim, karbondioksit gazı.
Mesela onlardan biri, Özel Ankara Fen Lisesi’nden Merve Çöklü, herhangi bir kimyasal madde veya özel cihaz kullanmadan, bir lazer işaretleyici ve bir akıllı cep telefonuyla cam yüzeylerden parmak izi okuyan bir sistem geliştirmiş, bu projesiyle yarışacak. Sistem (eğer uygulamaya konulacak olursa) dünyanın dört bir yanındaki polis teşkilatlarının parmak izi alma ve sonra da veri tabanında onu kontrol etme maliyetlerini inanılmaz derecede düşürecek.
Bir başkası, Sivas Fen Lisesi’nden Hazal Kaygıner ve Ahmet Resul Karababa, karaciğer kanserinin tedavisinde hayvan kaynaklı bir ilaç üzerinde çalışıyor. İlacın etken maddesi yumurta sarısından elde edilecek. Bu proje de Los Angeles’ta yarışacak.
Bir örnek daha: Adana Özel Final Anadolu Lisesi’nden Merve Akbulut ve Bircan Boğa, hücre kültürlerini beslemek için kullanılan sığır fetuslarının plasentası yerine daha kolay, daha ucuz ve hiç kuşkusuz sıfır ahlaki sorun yaratacak bir maddeden, peynir altı suyundan yararlanmayı düşünmüşler, büyük yarışmaya bu projeleriyle katılıyorlar. Eğer bu yöntem geçerli olursa, dünya çapındaki yüz binlerce laboratuvar Adanalı iki lise öğrencisinin fikri olan bir sarf malzemesini kullanmaya başlayacak, düşünün.
Dedim ya, Amerika’da yapılacak büyük finale Türkiye’den 11 liseden projeler gidiyor. Peki Amerika’daki bu final ne? 65 yıldır yapılan Uluslararası Bilim ve Mühendislik Fuarı (International Science and Engineering Fair-ISEF) adlı bu yarışmayı 1997’den beri hepimizin bilgisayarındaki mikroçipleri üreten Intel destekliyor. Türkiye ayağı da Intel’in desteğinde ve finalistleri TÜBİTAK belirledi.
Tabii, bu yıl finali Los Angeles’ta yapılacak olan yarışmaya dünyanın dört bir yanından binlerce proje katılıyor; rekabet çok yüksek.
Bir örnek vereyim: Mesela 2012’deki ISEF yarışmasında 75 bin dolarlık büyük ödülü Amerika’nın Maryland eyaletindeki North County Lisesi’nden Jack Andraka adlı bir öğrenci kazanmış. Andraka, 15 yaşındaki haliyle pankreas kanserinin mevcut testlere göre 26 bin 667 kat daha ucuza, 168 kat daha hızlı, en yaygın test olan ELISA’ya göre 400 kat daha hassas ve CA10-9 testine göre de yüzde 20-50 daha doğru sonuç veren bir yöntemle teşhisini sağlamış.
İşte böyle bir yarışmaya gidiyor liseli arkadaşlarımız. Ve projeleri de hiç kötü değil.
Eleştiriler haksız da sayılmaz; öğrencilerin dershane bağımlılığını azaltmak amacıyla bakanlık SBS adı verilen bir sınav yöntemine geçti ve sınavı da üç yıla yaydı. Sonuç, daha önce sadece son sınıfta dershaneye giden öğrencilerin üç yıl boyunca dershane müşterisi yapılması oldu.
Bu yıl sistem yeniden değişti; SBS’yi kaldıran bakanlık onun yerine sekizinci sınıf öğrencilerine kısa adı TEOG olan bir merkezi sınav uygulamaya başladı. Bu sınavın geçmiş sınavlardan farkı, bütün sekizinci sınıf öğrencilerine uygulanması.
Yeni sistemin başarılı olup olmadığı, adil olup olmadığı tartışmaları yapılıyor, daha da yapılacaktır. Ben bu yazıda o tartışmalara hiç girmeyeceğim; onun yerine bu sınavın eğitimin uzun vadeli planlamasına ciddi katkı sağlayacak veriler üretmiş olmasından söz edeceğim.
Türkiye’de hiç konuşulmasa da, eğitimin bir numaralı sorunu ne sınav sistemleridir ne başka bir şey. Bizim bir numaralı sorunumuz eğitimimiz eliyle yaratılan eşitsizlikler.
Eşitsizlik veya onun olumlu anlamda tersi ‘eşitlik’ eğitim söz konusu olduğunda farklı düzeylerle tanımlanması gereken bir kavram.
İlk düzey kuşkusuz sınıfın içi. Aynı sınıfta okuyan diyelim 40 çocuğun bilgi-beceri seviyeleri de, sınav sonuçları da birbirine yakın olmalıdır. Sınıfta aynı sınavdan bir çocuk 0, bir başka çocuk 100 alıyorsa ortada ciddi bir sorun vardır.
İkinci düzey okulun içi. Yani aynı okulun diyelim sekizinci sınıflarında okuyan bütün öğrencilerin bilgi-beceri düzeyleri de, sınav başarıları da birbirine yakın olmalıdır.
Taraflar gözü kapalı tutum alıp bu çeşit raporları okuma zahmetine bile katlanmadan ya ‘Adamlar Türkiye’ye yönelik algı yaratmaya çalışıyorlar, aslında basın en özgür diyen ülkelerden bile özgür’ diyorlar veya ‘Nihayet dünya da Türkiye’de özgürlüklerin ne kadar kötüye gittiğini gördü, Türkiye diktatörlüğe gidiyor’ diyorlar.
Bu iki görüşün ikisi de doğru değil; hemen hemen her konuda olduğu gibi basın özgürlüğü konusunda da ‘şeytan ayrıntıda gizli’ ve bu ayrıntıları görmek için de aslında raporu serin kanlı biçimde okumak yeterli.
Önce kaba bilgi: Türkiye, rapora göre 100 üzerinden 62 almış. Puan arttıkça özgürlükten uzaklaşılıyor; yani 0-30 puan arası ‘özgür ülke’, 31-60 puan arası ‘yarı özgür’ ülke, 61-100 arası da ‘özgür olmayan ülke’ kategorisi.
Bir önceki raporda notumuz 56 imiş, yani ‘yarı özgür’ ülkeymişiz ama ‘özgür olmayan’a da tehlikeli derecede yakınmışız. Zaten 1993’ten beri 50 puanın altına sadece 2004-05 yıllarında 48 puanla düşmüşüz; ‘özgür olmayan’a hep tehlikeli biçimde yakın olmuşuz.
Peki bu 62 puan nereden geliyor? Freedom House, üç başlık altında yapıyor incelemesini.
‘Hukuki ortam’ için 8 kategorik soru ve her bir soru için de değişen sayılarda alt soru var. Her sorunun puan değeri farklı. ‘Hukuki ortam’ soruları için bir örnek vereyim: ‘Ceza Kanunu, Güvenlik Kanunu veya başka bir kanun gazetecilerin haber yapmasını kısıtlıyor, gazeteci ve/veya blogger’lar bu kanunlar uyarınca cezalandırılıyor mu?’ Bu sorunun altında 8 alt soru var ve bu soru 0-6 puan değerinde, yani alınabilecek en kötü not 6.
Türkiye ‘Hukuki ortam’da alınabilir 30 kötü puanın 23’ünü birden almış durumda.
Bunlar bireyler için de, ülkeler için de önemli hasletler.
Yoksa bir zamanlar Enver Hoca’nın Arnavutluk’unda da insanlar yaşıyordu; kendilerini dünyayla hiçbir biçimde kıyaslayamadan, başka insanların nasıl yaşadığını hiç bilmeden evleniyor, çocuk sahibi oluyor, mutlu anlar geçiriyordu kuşkusuz onlar da. Ama bir gün duvar yıkıldı; evlerinin bahçesine yapılan ülkeyi savunma amaçlı ‘bunker’lerin ne kadar anlamsız olduğunu gördüler.
Bugün Kuzey Kore’de de insanlar yaşıyor. ‘Sevgili lider’lerinin arkasından toplu halde gözyaşı döken, hayatları bir yarı-delinin iki dudağı arasında olan insanlar. Kendilerini dış dünyayla, hatta hemen Güneylerindeki kardeşleriyle bile kıyaslayamayan insanlar.
Türkiye böyle bir ülke değil. Bütün kısıtlarımıza, sıkıntılarımıza rağmen kendimizi dünyayla da kıyaslayabiliyor, dünyanın başka yerlerindeki insanlara göre nasıl yaşadığımızı görebiliyoruz.
Ama görmek için bakmak da lazım; başkalarının bizi nasıl gördüğüyle yüzleşmekten korkmamak da lazım.
Önceki sabah, Washington’da eski Amerikan Dışişleri Bakanlarından Madeleine Albright’ın vereceği ‘Sabancı Konferansı’nı izlemek üzere otelden çıkmazdan hemen önce gördüm, saygın Freedom House son raporunu açıklamış, Türkiye’yi basın özgürlüğü bakımından ‘Kısmen özgür’ ülke kategorisinden de aşağıya, ‘Özgür değil’ kategorisine almıştı.
Ne olmuştu da o kategoriye düşmüştük? Aynaya bakmaktan hoşlanmıyorsak, ‘Bu Batılılar bize karşı zaten önyargılılar, ayrıca haber aldıkları kaynaklar da Türkiye’yi ihbar etmeye meraklı vatan hainleri’ diyerek işin içinden çıkabiliriz. Türk’ün Türk’e propagandasını yapar, hatta belki kendimizi iyi bile hissedebiliriz. Ama aslında aynadaki görüntü değişmez.
Kendisini sağlığında son kez 2003 yılının sonlarında, New York’ta gördüm. Kanserdi, çok ağır bir kemoterapi tedavisi görüyordu; karlı bir günde parkta onun gücünün yettiğince kısa bir yürüyüş yapmış, sonra da bir banka oturup sohbet etmiştik, bir yandan güvercinlere ekmek atarak.
Sonsuz bir merakla gelecekten söz ediyordu; gelecekte olacakları görmek istiyor, kendi pozisyonunu ona göre belirlemeye çalışıyordu. Oysa canıyla savaşıyordu o sırada.
Bu tedavinin ardından Türkiye’ye döndükten birkaç ay sonra aramızdan ayrıldı. Sonradan anlıyorum, ölmezden önceki aylarını geleceği planlamakla geçirmiş. Yani o öldükten sonra ne olacak. Sadece Sabancı şirketleri değil; Türkiye ne olacak?
Sakıp Sabancı’nın ve Sabancı ailesinin vizyonunun topluma bıraktığı iki önemli miras var: Sabancı Üniversitesi ve Sabancı Müzesi.
Onun çocuğu olan üniversite, onun ölümünün ardından Amerika’nın başkenti Washington’da, bu şehrin en saygın birkaç düşünce kuruluşundan biri olan Brookings Institute’ta bir yıllık ‘Sakıp Sabancı Konferansı’ başlattı. İlk konferansı eski Amerikan Dışişleri Bakanı Madeleine Albright vermişti, bu yıl 10. kez yapılacak konferansı yine o verdi.
Bu on konferanstan çoğunu gelip yerinde dinledim, konferans sonrası yapılan yemekli tartışmalara katıldım. Bunların hiçbirinde Türkiye konuşmaların veya tartışmaların ana gündemi olmadı. Elbette hep Türkiye’den söz edildi ama çok daha geniş bir perspektif içinde, o sıradaki önemli dünya sorununun çerçevesi içinde Türkiye’nin rolü de konuşuldu.
Ben bu bakış açısının ve bu tasarımın çok daha doğru ve çok daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. ‘Türk’ün Türk’e propagandası’ yerine dünyada ne olup bittiğine bakmak, dünyada olan şeyler açısından Türkiye’de geleceği görmeye çalışmak, kısaca ‘Dünyalılaşmak’ çok önemli.
Kampanyalar neyin üzerine kurulacak?
Herhalde adaylar ve partiler, Anayasa’nın 104. maddesinde yazılı Cumhurbaşkanı yetkilerini nasıl daha iyi kullanacaklarını anlatacakları bir kampanya yapmayacaklar.
Benim birinci tahminim, kampanyaların ana siyasi kimlikler üzerinden yapılacağı. Yani, bir yanda benim isimlendirmemle ‘İslamcı’ kimlik, diğer yanda ‘Türkçü’ kimlik.
Kimliklerin altının çizilmesi bizde daha çok öteki kimliğin kötülenmesi yoluyla yapıldığı için, kampanyanın kimliklerle ilgili bölümünün bugüne kadar görülmemiş sertlikte geçmesi beklenmeli.
Kampanya temaları için ikinci tahminim, cumhurbaşkanı adayının ve partisinin geleceğe ilişkin vizyon çizmesi.
Burada, ister Başbakan Recep Tayyip Erdoğan adaylığını koysun ister koymasın, AK Parti’nin destekleyeceği aday büyük olasılıkla 2023’e ilişkin geniş çaplı ve makro hedefler içeren bir vizyonu anlatacak meydanlarda.
Bunu anlatırken de, elbette iktidarı da temsil ettiği için daha bir rahat konuşacak, hatta somut proje (havaalanı, yol, baraj vs) vaatleri bile olabilecek AK Parti’nin desteklediği adayın.