Ancak, bu seçimde ister iktidar partisi iktidarını korusun ister muhalefet partilerinden biri veya birkaçı iktidara gelsin, biz vatandaşlar açısından değişen çok da fazla bir şey olmayacak.
Türkiye’nin sorunları da belli, bunlara önerilen çözüm yolları da. Sorunlarımızdan biri, ekonomimizin ‘orta gelir tuzağı’ adı verilen tuzağa girmiş olması, yani kişi başına gelirimizin bir türlü 11 bin dolardan 20-25 bin dolar aralığına yükselememesi.
Buna bağlı bir başka sorunumuz da ekonomimizin cari açık vermeye devam etmesi; dolayısıyla bireylerin refahından ülkenin makro dengelerine kadar her şeyin yabancı para birimlerinin fiyatına fazlasıyla bağımlı olması.
Bu birbirine bağlı iki sorunu aynı anda çözmenin yolu, Türkiye’nin sanayi üretimiyle ürettiği ürünlerden elde ettiği katma değeri yükseltmek; yani ihraç ettiğimiz mallardan daha fazla kâr elde etmek.
Türkiye, çok geniş bir ürün yelpazesinde mal satıyor dünyaya. İşlenmemiş tarım ürünlerinden yüksek teknolojili şeylere kadar, her çeşit mal. Bir hesaba göre Türkiye, sattığı ne olursa olsun (ister tersanelerde yapılan gemi, ister kuru incir) malların tümünün ortalamasına bakıldığında, ihraç edilen 1 kilogram ağırlığındaki ürüne karşılık 1 dolar 58 cent para kazanıyor.
Ülkelerin yarattığı katma değeri hesaplamanın yegâne yolu bu değil kuşkusuz ama kabaca yükte hafif pahada ağır şeyler üretmeyi başardığımızda, ülke olarak katma değerimiz de yükselecek.
Bunun yolu da, bilime ve teknolojiye dayanmak.
Sosyal medya sayesinde hayatı 140 karakterde çözmeyi becerdiğini düşünen hatırı sayılır bir kalabalığımız da var artık.
Ama siyaset dediğiniz şey sloganlardan ibaret değil; o kadar basit bir şey de değil. Siyasal iletişim denen şey, çok katmanlı ve çok karmaşık. Gazetelerde okuduğumuz lider demeçleri veya eleştiri yazıları o katmanlardan sadece biri.
Sadece Türkiye’de değil, dünyanın seçimli demokrasiyle yönetilen her yerinde tek başına iktidara gelmeyi başaran partiler, hele hele oyların yarısını alabilen partiler, siyasal iletişimi rakiplerine göre çok daha iyi yapan partiler.
Türkiye’de büyük sorun, bizim toplum olarak entelektüel derinliğimizin birden fazla konuyu gündemde tutup derinlemesine konuşmamıza yetmemesi. O yüzden konuları teker teker konuşuyoruz; tam elektrik kesintisini konuşacakken o gün meydana gelen bir terör eylemi kesintiyi ‘gündemden düşürüyor’.
Tam da bu yüzden, yani birden fazla konuyu konuşamamamız nedeniyle ülkede pozitif gündem hep iktidarlar tarafından ortaya atılıyor ve sürdürülüyor.
Muhalefet, biraz da kaçınılmaz biçimde neyin olması gerektiğini değil iktidarın önerdiği şeyin neden olmaması gerektiğini konuşmak zorunda kalıyor.
Bu durum da ister istemez muhalefeti ‘İstemezük’den başka bir şey söylemeyen bir konuma itiyor.
Sonra Ankara’da gazetecilik yaptığım yıllarda, ki Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı yılları, sık sık Köşk’e çıktım.
Ahmet Necdet Sezer’in 7 yılı biraz aşan Cumhurbaşkanlığı döneminde bir veya iki kez, resmi davetlere katıldım.
Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminde de Köşk’e eskiye göre çok seyrek gittim.
Neredeyse 25 yılda Köşk’teki değişime de başka pek çok kişiyle birlikte tanıklık ettim.
Bir tur önemli değişiklik Demirel döneminde yaşandı, gerek resepsiyon salonu büyüdü gerekse bir konferans salonu eklendi Köşk’e.
Sonra esas büyük yeniden dekorasyon hamlesi Abdullah Gül döneminde yaşandı, mobilyalar ve renkler değişti.
Dün, artık Başbakanlık tarafından ofis olarak kullanılmaya başlanan Çankaya’ya gitmek biraz tuhaf bir deneyimdi. Cumhurbaşkanlığı buradan Beştepe külliyesine taşınmıştı ve giderken de kendi envanterindeki eşyayı almıştı. Muhteşem resim koleksiyonundan mobilyalara kadar.
Yani, ülke çapında elektriklerin kesildiği 31 Mart’ın üzerinden 8 gün geçmiş durumda.
Hâlâ bu kesintinin nedeni hakkında hepimizi insan yerine koyan tatmin edici bir açıklama yapılmadığı gibi, bir daha böyle bir kesinti olmaması için ne gibi çalışmaların yürütüldüğüne dair bir belirti de yok.
Bu konuya neden kafayı taktığımı, masa başından kolayca yazılacak terör saldırısı gibi, siyasi lafazanlıklar gibi şeylerle neden ilgilenmediğimi merak edenler var.
Birincisi, elektrik kesintisi konusunun bu ülkenin ulusal güvenliğini, ekonomik güvenliğini ve en önemlisi halkın huzur ve güvenini daha fazla ilgilendiren temel bir konu olduğunu düşünüyorum. İkincisi, diğer konuları yazan yeterince yazar var, ben eksik kalayım.
31’indeki kesintiden buzdolabı çalışmadığı için yemeği bozulan vatandaştan fabrikası çalışmadığı için zarara uğrayan sanayiciye, trafik ışıkları çalışmadığı için yolda kalandan aylarca uğraşıp ameliyat günü alan ama o gün elektrikler kesik olduğu için ameliyatı ertelenen hastaya kadar her vatandaş etkilendi.
Bu kadar insana, koca bir ülkenin bütün halkına kimse hesap vermeyecek mi, en azından o gün ne olduğunu anlatmayacak mı?
Şimdi, Türkiye Elektrik İletim AŞ’nin (TEİAŞ) Genel Müdürü istifaya zorlandı. Genel Müdür giderayak kesintinin nedeniyle ilgili bir şey söyledi. Aynı gün aynı saatlerde Enerji Bakanı da ayaküstü bir şeyler söyledi. İki söylenen birbirine benzemiyor maalesef.
TÜRKİYE Elektrik İletim Anonim Şirketi’nin Ankara Gölbaşı’ndaki ana kontrol odasında ve yine TEİAŞ’ın Adapazarı’ndaki yedek ana kontrol odasında aynı anda bilgisayarlardan alarm sesleri gelmeye başladı.
Saat 10.36’ydı, tarih 31 Mart 2015. Değil saniyeler saliseler içinde Türkiye’nin dört bir yanını kaplayan elektrik hatlarında yol alan elektriğin frekansı 50 Hz seviyesine getirilemezse olacakları herkes biliyordu.
Nitekim en kötüsü oldu, Türkiye’nin enterkonnekte sistemi ‘çöktü’.
Elektriğin frekansı, bütün sistemin birbirine uyumlu çalışmasının anahtarı. Evimizdeki cihazlarda da, yüksek gerilim hatlarında da, devasa fabrikalarda da, enerji santrallarında da elektriğin 50 Hz frekansında olması gerekir.
Yüksek gerilim hatlarında frekansın düşmesinin bir tane nedeni var: Sistemde enerji miktarının azalması.
Dün yazmaya çalıştım, İskenderun’daki Atlas Termik Santralı saat 10.02’de 850 megavat üretim yaparken devreden çıkmış. 34 dakika sonra ise sistem çöktü. (Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın açıklamalarından öğreniyoruz ki aynı saatlerde iki tane önemli enerji nakil hattında da kopma olmuş, bu kopmalar sistemdeki enerji eksikliğini daha da arttırmış olmalı ama aynı bilgiye EPDK’nın sitelerinde rastlayamadım.)
Yine dün yazdım; eğer ortadan kaybolan 850 megavatı başka santrallardan bulup sisteme ekleyemiyorsak, yapılacak ikinci
1200 megavat kurulu gücü olan santral, 31 Mart’a geçtiğimiz ilk dakikalarda, tam olarak saat 00.03’te su kazanlarını besleyen pompaların arıza yapmasıyla elektrik üretemez oldu. Santral o saatte Türkiye enterkonnekte sistemine 350 megavat elektrik veriyordu.
Mühendisler arızayı giderip santralı yeniden devreye aldıklarında saatler 00.59’u gösteriyordu ve bu kez verilen elektrik miktarı 500 megavata çıkmıştı. Ama sadece 4 dakika sonra aynı arıza tekrarlandı.
Bu, sabah saat 10.59’a kadar sürecek 12 arızanın ikincisiydi; sorun her seferinde aynıydı; kazanı besleyen pompalar.
Fakat her nedense bu arızaları dakika dakika takip eden Türkiye Elektrik İletim AŞ (TEİAŞ) ve Enerji Piyasası Denetleme Kurulu (EPDK) bilgisayarları ile mühendisleri Atlas’tan alınacak enerji miktarını da düzenli olarak yükselttiler. Son olarak santral 31 Mart sabahı saat 10.02’de Türkiye’nin enerjisinin 850 megavatını üretirken yeniden devreden çıktı.
Elektrik piyasasındaki bütün üreticilerin hem günlük fiyat tekliflerini verip piyasayı oluşturdukları hem de her türlü bilgilerini aktardıkları veri tabanına bakıldığında, Türkiye çapında elektriklerin kesildiği 31 Mart sabahı 10.36’da arızada gözüken anlamlı miktarda enerji üreten yegâne santral Atlas. Devreden çıkan enerji miktarı ise ortalama ölçekte bir şehri besleyebilecek miktar olan 850 megavat.
Soru şu: Bütün sistemden 850 megavat çıktı diye mi bütün Türkiye saatlerde karanlıkta kaldı?
Enerji Bakanlığı hâlâ tatmin edici bir açıklama yapmış değil; basına ‘sızan’ bilgilere ve bazı bilirkişi ‘tahmin’lerine göre, sistemde bir enerji açığı oluştu; bu normalde 50 Hz olması gereken elektrik frekansını düşürdü, zincirleme reaksiyon sonucu da bütün enterkonnekte sistem çöktü.
Ülke çapında elektrikler kesildi. Bu kesintinin ülke çapındaki enterkonnekte sistemin çökmesinden ötürü olduğu anlaşılıyor. Bence bir numaralı facia bu.
Zaman zaman adını duyduğumuz ‘enterkonnekte sistem’i belki vücudumuzun kan dolaşımı sistemine benzetmek mümkün.
Devasa bir haritası var, burada yayınlamaya imkân olmayan, bu haritada elektrik üretimi yapılan santrallerden evlerimize ve fabrikalara kadar uzanan kablolar gözüküyor.
Elektrik dediğiniz şey, atomlardaki elektronlardan başka bir şey değil. Bunlar elektron olduğu için de elde tutmak da, bir yere hapsetmek de, onlara belli sınırların ötesinde hâkim olmak da mümkün değil.
O yüzden, enterkonnekte sistem, elektriği basitçe bir yerden bir yere ileten sistem değil sadece. Değişik gerilim ve yüklerde elektriği taşıyor, bu akımı dengeleyen merkezlerden geçiriyor, ihtiyaç olan yöne yönlendiriyor.
Yani bir yerde ‘akıllı’ bir sistem bu, daha çok bilgisayarlar tarafından yönetiliyor.
Geçmişte de büyük arızalar yaşadık. Mesela 2007 yaz aylarında elektrik talebinin çok yüksek olduğu saatlerde o anki elektrik fiyatını beğenmeyen bazı üreticiler, ‘Ben arızalandım’ deyip şalteri kapattı; elektrik üretimindeki bu azalma yüzünden sistem sıkıntıya girdi ama sıkıntı Türkiye’nin belli bir bölgesiyle (Ege) sınırlı kaldı. Çünkü enterkonnekte sistemin ‘aklı’ arzdaki bu yetersizliği dengeledi.
Adem ile Havva cennetten kovulur, dünyaya gelirler ve biz de onların çocuklarıyız.
Bundan üç gün önce, 25 Mart 2015’te saygın bilim dergisi Nature Genetics’te yayınlanan bir makalenin yazarları kutsal kitaplardaki değil ama bu dünyadaki ‘Adem’ ile ‘Havva’nın peşine düşmüşler.
Daha önce dünya çapında yapılan genetik araştırmalarda İzlanda ilginç bir örnek olarak karşımıza çıkmıştı. Adada insan hayatı Vikinglerin göçüyle başlamıştı ve günümüzde yapılan araştırmalara göre ada halkı, genetik karışma anlamında dünyadaki en ‘saf’ halktı; adaya dışarıdan gen neredeyse girmemişti. Yani bugün adada yaşayanlar bin küsur yıl önce, 874 yılı civarında adaya göç edenlerin çocuklarıydı hâlâ.
Aynı araştırma saflık iddiasındaki Yahudilerin veya bir zamanlar saf ırk yetiştirmeye çalışıp milyonlarca Yahudi’yi öldürmüş olan Almanların veya biz Türklerin gen havuzumuzun ne kadar karışık olduğunu da ortaya çıkarmıştı. Irkçılığın hiçbir bilimsel temeli yoktu; dünyada birbiriyle karışmamış veya çok az karışmış sayılı halk vardı, bunlardan biri de İzlandalılardı.
DeCODE Genetics adlı şirket, İzlandalı 753 erkeğin genetik geçmişini araştırarak işe başladı. Erkeği erkek yapan Y kromozomunu geçmişe doğru götürdüklerinde, teorik olarak dünyadaki bütün erkeklerin atası, yani teorik ‘Adem’in aşağı yukarı hangi tarihlerde yaşadığını bulacaklarına inanıyorlardı. Bu amaçla bazı varsayımlar altında, ‘Adem Baba’mızın 174 bin ile 321 bin yıl önce, kabaca 200-250 bin yıl önce yaşadığını saptadılar.