BEN de bütün Türkiye’yle birlikte ilk olarak zamanın başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından duydum kriptolu telefonların dinlendiğini.
Aklıma üç soru geldi: 1. Bu telefonlar nasıl olup da dinlendi; 2. Kim dinledi; 3. Başbakan telefonların dinlendiğini nasıl anladı?
Telefonların nasıl dinlenmiş olabileceğine ilişkin spekülasyonlarımı daha önce bu köşede yazdım birkaç kez; sonra bu telefonların dinlenmesiyle ilgili bilirkişi raporları belli oldu, onları da anlattım. Hatta ‘içeriden’ bir kaynağın aktardığı özel bilgileri paylaştığım bir yazı da yazdım.
Kimin dinlediği sorusuna benim cevap verebilmeme imkân yok; konu savcılığın görev alanına giriyor. Başbakan ve çevresi telefonları ‘paralel yapı’nın, yani Fethullah Gülen’in çevresinde örgütlenen cemaatin dinlediğinden emin. Şimdi savcının konuyla ilgili iddianamesi ortaya çıktı; savcı da bu kanaatte. Savcının bu kanaate nasıl ulaştığını bu yazı dizisi içerisinde yazmaya çalışacağım.
Kaldı geriye üçüncü soru; yani başbakan ve diğer ilgililer kriptolu telefonların dinlendiğini nasıl anlamıştı, neyden şüphelenmişti. Bu soruyu fırsat buldukça cevabı bilebileceğini düşündüğüm kişilere sordum, aldığım yanıtlar kafa karıştırıcı.
Bir sefer bana, kriptolu telefonda görüşülen bir konunun cemaatin bir yayın organında bir köşe yazısında yazıldığı söylendi; bir başka sefer, yine kriptolu telefonda geçen bir konuşmadaki bir kritik bilginin Fethullah Gülen’in bir videolu sohbetinde ima edildiği aktarıldı.
Bunların hepsi havada şeyler, kriptolu telefonların dinlenmesiyle ilgili iddianame de maalesef bu konuda bir bilgi içermiyor; yani başbakan ve diğer ilgililerin kriptolu telefonlardan neden şüphelendiği konusu bir sır olmaya devam ediyor.
BÜTÜN Cumhuriyet tarihinin en vahim güvenlik ihlalleri sıralansa herhalde ilk sıralara devleti yönetenlerin gizli haberleşmesi için üretilen şifreli telefonların dinlenmiş olması olayını yazmak gerekir.
Türkiye’de casusluk yapmak isteyen özellikle yabancı ülkelerin bilgi edinmesini sınırlama/engelleme amacıyla üretilen ve devlet yöneticilerine tahsis edilen bu telefonların Türkiye içinden aylarca dinlenmiş olmasıyla ilgili soruşturmayı başından beri yakından izlemeye ve bilgiyle yazmaya çalışıyorum. Son olarak bu soruşturmanın artık bir iddianamesi de oldu ve 28 kişi hakkında çok ağır suçlamalarla dava açıldı.
Bugünden itibaren bu dava iddianamesini yazacağım.
İddianamenin daha başında şöyle bir bölüm başlığı var: ‘A-FETHULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ/PARALEL DEVLET YAPILANMASI (FETÖ/PDY) HAKKINDA GENEL DEĞERLENDİRME.’Savcı, belli ki kriptolu telefonları dinlemek ve dinlenmesine yardımcı olmakla suçladığı 28 kişinin bu ‘örgüt’e mensup olduğunu düşünüyor, onlar hakkında sadece casusluk vs ağır suçlardan ötürü ceza istemiyor, sanıkların bir de ‘terör örgütüne üyelik’ten yargılanmalarını istiyor.
Savcının 28 sanıkla bu ‘örgüt’ arasında maddi ilişki kurup kuramadığı konusuna daha sonra geleceğim; şimdilik bu ‘örgüt’ün üzerinde duralım, çünkü iddianamenin başlangıcı tam olarak bu.
Savcı, savlarını geliştirmeye Terörle Mücadele Kanunu’ndaki ‘terör’ ve ‘terör örgütü üyeliği’ tanımlarını hatırlatarak başlıyor. Ardından da, bir örgütün terör örgütü sayılabilmesi için illa cebir ve şiddet kullanması gerekmediğini öne sürüyor. Bu sürpriz savına destek için de bir Yargıtay kararından alıntı yapıyor.
Can alıcı cümle şu: “Amaç suça ilişkin maddede aranan cebir/şiddet, her durumda ve her aşamada dar anlamıyla maddi cebir, fiziki kuvvet kullanımı olarak anlaşılmamalıdır. Suç, elverişli olmak kaydıyla manevi nitelikteki bir cebirle de işlenebilecektir. Buradaki cebrin, suçun konusu, suçla korunan hukuki yarar da dikkate alındığında; hukuka aykırı iradede mevcut, cebirle ulaşılacak hukuka aykırı amaçlara cebir içeren zorlayıcı iradeyle yönelmiş ve gerektiğinde fiziki cebir kullanacağı, fiziki cebirle sürdürüleceği duraksamaya yer vermeyecek biçimde ortaya çıkmış hareketler olarak anlaşılması zorunludur. Dolayısıyla maddedeki cebir geniş anlamıyla kabul edilmelidir. (....) Önemli olan, hukuka aykırı bir biçimde, cebri nitelikteki amaç suça yönelen yasadışı oluşumun, bu suçu işlemek bakımından gerekli elverişliliğe sahip olup olmamasıdır.”Peki bu alıntı Yargıtay’ın hangi dairesinin hangi konudaki kararından acaba?
AMERİKA’daki Connecticut Üniversitesi’nden Mark Hamilton isimli bir araştırmacı, insanların hangi ayda doğduklarıyla onların kişilik özelliklerini karşılaştıran bir araştırma yapmış.
Sonuçlar çarpıcı: Siyasetten bilime, edebiyattan sanat ve spora 300’den fazla ünlüyü doğdukları ay ve becerileri açısından kıyaslayan Hamilton, burada bir ‘mevsim etkisi’ gördüğü iddiasında.
Üstelik de gördüğü ‘etki’nin astrolojinin iddialarını tekrar ettiği, yani bir yerde astrolojinin yüzyıllardır bize söylediklerinin gerçeğe yakın bir şey olduğunu öne sürüyor.
Esasen psikologlar onyıllardır ‘mevsim etkisi’ denen şeyin varlığını biliyor. Örneğin, ocak-şubat doğumlular daha yaratıcı olmaya ve şizofreni teşhisi konmaya daha yatkın. Veya numarası tek olan aylardan doğanlar daha dışadönük, çift aylarda doğanlar ise içedönük olmaya daha yatkınlar.
Ancak bu korelasyondan doğan ilişkiler ne kadar gerçek, şizofren teşhisi konanların çoğunun (herhalde anlamlı bir çoğunluğun) ocak-şubat aylarından birinde doğmuş olması ne kadar anlamlı?
Hamilton ve dünyanın bütün astrologları anlamlı olduğu kanısında.
BİR sürü şey aklıma gelirdi de günün birinde bir çeşit ‘sermaye milliyetçisi’ olacağım aklıma gelmezdi.
Anlatayım:
Belki geç kaldım ama bazı sektörlerdeki durum dikkatimi çekmeye başladı. İlk olarak otomotiv yan sanayisinde gözledim bu durumu, sonra başka imalat sektörlerinde de benzer bir durum olduğunu gördüm.
Durum şu: Bundan 15-16 yıl önce, memleketin başbakanı çıkıp ‘Yerli otomobil üretecek bir babayiğit arıyorum’ deseydi birden fazla kişiyi bulabilirdi. O zaman Türkiye’de sıfır elektronik aksamla ve dolayısıyla fiyatı 10 bin liranın altında yerli otomobil yapmak mümkündü. Bugün değil!
Sebebi, aradan geçen 15-16 yılda otomotiv yan sanayimizin büyük ölçüde yabancı şirketler tarafından satın alınmış olması.
Yerli girişimci, kendi gücüyle küçük de olsa bilgi biriktirmiş, sermaye de bulabilse bu bilgiyi daha da ileri seviyeye taşıyacak birikime ulaşmaya başlamıştı ki, yabancı sermaye geldi o şirketleri satın aldı. Üretim bilgisi de uçtu gitti.
Sadece otomotivde değil; tıbbi araç-gereçten haberleşmeye, makine-motor imalatından bazı kimya ürünlerine kadar pek çok alt sektörde durum bu.
EĞER siyaset vatandaşların mutluluğu ve refahı için yapılan bir şeyse, seçimi kim kazanırsa kazansın, 8 Haziran sabahı onu zorlu bir dizi görev bekliyor.
Bu görevlerin hepsi birbirine zincirleme bağlı; yani birinde yapılacak olumlu işler diğerlerini de olumlu etkiliyor; elbette tersi de geçerli, bir taraftaki kötüleşme zamanla diğer taraflara da yansıyor.
Yapılması gereken işler birbirine zincirleme bağlı ama yine de teker teker söylemekte, daha doğrusu bu işleri üç temel başlığa indirgemekte fayda var; en azından okunması daha kolay...
1- Demokrasi ve hukukun restorasyonu
Lafı dolandırmaya gerek yok; Türkiye’de demokrasi ve hukuk güvenliği özellikle 17 Aralık 2013’ten itibaren daha da bozuldu, daha da geriledi.
Ama buna karşılık Kore 10 bin dolardan 25 bin dolara 19 yılda, Tayvan 18 yılda, Japonya 22 yılda sıçramış.
Peki biz ne kadar bekleyeceğiz? Son yıllarda yükselmek bir yana geri düşme eğilimine girdik; ekonomimizin dolar bazında büyümesi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın deyimiyle ‘patinaj’ yapıyor.
Büyümemizi ihracatla yapacağız; ama bunu başaramıyoruz. İhracatımız arttıkça dış ticaret açığımız da artıyor. Oysa ihracatımızın ithalatımızdan fazla olması durumunda ‘ihracatla büyüme’den söz edebiliriz; öbür türlü ihracata çalışan sektörlerin büyümeye katkısı ancak iç pazara yaptıkları katkıyla sınırlı kalır.
Peki ne yapacağız da ithal ettiğimizden daha fazla şey ihraç edeceğiz?
Birkaç hafta önce yazdım; bizim en fazla ithal ettiğimiz şey aslında bilgi. Bilgiyi kendimiz üretemediğimiz için başkalarından alıyoruz. Ve bilgiye ödediğimiz para toplam ithalatımızın üçte biri kabaca.
Bu sayfadaki grafiği, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği TOBB’un düşünce üretme kuruluşu TEPAV’ın yöneticisi Prof. Dr. Güven Sak’ın geçenlerde yaptığı bir sunumdan aldım.
Grafik, Türkiye’nin yaptığı ihracatın kompozisyonunu OECD ülkeleriyle kıyaslıyor.
Dün Hürriyet başta olmak üzere pek çok gazetede okudunuz zaten. Gazeteler, hayli kapsamlı olan siyasi eğilimlerle ilgili bu araştırmayı farklı farklı açılardan tutup okuyucularına yansıttı.
Gerçekten de araştırma pek çok farklı açıdan memleketin siyasi haritasının eğilimlerini bize gösteriyordu. ‘Eğilimleri’ diyorum, çünkü çoğu zaman araştırma sorularına verilen cevapları 2002 yılına kadar geri götürmek, dolayısıyla aynı soruya verilen cevabın zaman içindeki değişimini görmek mümkün Çarkoğlu ve Aytaç’ın araştırmasında.
Elbette her araştırma bir yakınsamadır; toplumu her bakımdan temsil ettiğine inanılan birkaç bin kişinin sorulara verdiği cevaplardır. O birkaç bin kişinin nasıl seçildiği de çok önemlidir; soruların nasıl sorulduğu da...
Prof. Dr. Ali Çarkoğlu, bu alanda kendini kanıtlamış, Türkiye’nin saygın araştırmacı akademisyenlerinden biri. Araştırma sonuçları içinde, ister istemez hangi partiye seçimde yüzde kaç oy verileceğine dair rakamlar da var ama Çarkoğlu kasıtlı biçimde bu sonuçları açıklamadı; böyle yapmasının sebebi, araştırmanın araştırdığı konunun seçim sonuçlarını tahmin etmekten daha derin, daha anlamlı bir konu olması ve seçim tahmini verilince diğer her konunun göz ardı edileceği endişesi. Haksız diyemeyeceğim.
Bana göre, Çarkoğlu-Aytaç araştırmasının bir tane genel sonucu var: Toplumda memnuniyetsizlik artmış durumda.
Memnuniyetsizlik artışı her toplumda siyasi bazı sonuçlar da doğurur; 7 Haziran seçimlerine de bunun bir yansıması ve dolayısıyla siyasi sonuçları mutlaka olacak.
Örneğin, insanlara ‘Sizce Türkiye’nin en önemli iki sorunu nedir’ diye soruluyor ve bunları yazmaları isteniyor. Ali Çarkoğlu verilen cevapları çeşitli kategorilerde birleştirmiş, ‘İşsizlik, geçim sıkıntısı, enflasyon, ekonomik istikrarsızlık, kriz vs’ cevaplarının hepsini genel bir ‘Ekonomi’ başlığı altında toplasak, bu sorunları en önemli iki sorundan biri olarak görenlerin oranı yüzde 56’ya geliyor.
EVET memlekette seçim var. Evet meydanlar ve sokaklar inlemeye başladı. Evet bu seçimin sonucu, önceki bütün seçimler gibi, çok önemli.
Ama ben ısrarla seçim yazmamaya çalışıyorum; çünkü birincisi seçim lafazanlıklarıyla ilgili yazan çizen çok kişi var, benim eksikliğimin fazla bir önemi olacağını düşünmüyorum; ikincisi bir yandan da hayat devam ediyor, seçim dışı konularda da çok önemli şeyler olup bitiyor dünyada.
Geçen hafta benim için en önemli haber, Amerikalı bir teknoloji yatırımcısı olan Elon Musk’ın piyasaya sürdüğü yeni üründü. Tamamen elektrikle çalışan Tesla marka otomobiliyle başarı sağlayan Musk, şimdi herkesin evine pil takmaya çalışıyor.
Aslında Musk sadece pil takmıyor; halen Amerika’nın en hızlı büyüyen şirketlerinden birinin de sahibi ve o şirket evlere güneş enerjisi paneli takıyor. Bunun için de çok ilginç bir iş modeli var Musk’ın. Taktığı güneş enerjisi panelleri için finansmanı, yani müşteriyi kredilendirmeyi de kendisi yapıyor. Şimdi açıklanan yeni ürünle, yani pille birlikte, enerjisini güneşten üreten evler, yılın bazı dönemlerinde normal şebekeden hiç elektrik almayabilecek, hatta şebekeye sattığı elektrikten para bile kazanabilecek.
Önce ürünü anlatayım: PowerWall adı verilen ev tipi pillerden büyük olanının kapasitesi 10 kilovatsaat ve fiyatı da 3 bin 500 dolar.
Bu fiyata evlere pilin yanı sıra takılması gereken doğrudan akımı alternatif akıma, alternatif akımı da doğrudan akıma çevirecek ‘inverter’ ve bütün bu teşkilatın bağlantılarının sağlanmasının parası dahil değil. Yani pil ucuz değil; ama pahalı da değil. Nereden baktığınıza bağlı.
Amerikan Enerji Bakanlığı’nın rakamlarına göre tipik bir Amerikan evi ayda 908 kilovatsaat elektrik kullanıyor. Yani kabaca ortalama günde 30 kwh. Pilin kapasitesinin 10 kwh olduğunu hatırlayın, demek günün üçte birini (o saatlerde ütü yapmaz, çamaşır yıkamaz, klimaları çalıştırmazsanız daha fazlasını) pille geçirmek mümkün.