TİMES Higher Education (THE), Britanya kökenli bir şirket. Bir süreden beri üniversiteleri çeşitli faktörlere bağlı olarak bir sıralamaya tabi tutuyor.
THE, geçenlerde dünya çapında 50 yaşın altındaki üniversiteleri başarılarına göre sıraladı. Gurur duyalım, üç genç Türk üniversitesi bu sıralamaya girdi. Sabancı Üniversitesi listede 13, Bilkent 28 ve Koç Üniversitesi de 51. sıradaydı.
Batılı manada üniversite kurmaya 30’lu yıllarda başlamış Türkiye için 50 yıl uzun sayılabilir ama Batı ülkelerinin köklü üniversiteleri için 50 yıl kısa bir süre. Yarıştığımız kurumlar da onlar. (Yaş sınırı olmadan yapılan üniversite sıralamasında dünyanın en iyi ilk 100 üniversitesi içinde Türkiye’den sadece ODTÜ var, 85. sırada.)
Bu genç üniversiteler sıralamasında bir şey dikkat çekiyor: İlk 100 üniversite içinde Asya kökenli çok sayıda eğitim ve bilim kurumu var.
Bunun üzerine, yine THE tarafından yapılan, yaş sınırlaması uygulanmayan ve Türk üniversitelerinin de dahil edildiği Asya üniversiteleri sıralamasına baktım. 2014 yılına ait bu sıralamada Asya’nın en iyi ilk 100 üniversitesi içinde sadece 5 Türk üniversitesi var. Bir fikir vermesi için söyleyeyim, mesela bir şehir devleti olan Singapur’un iki, Çin’de özel yönetime sahip bir şehir olan Hong Kong’un altı üniversitesi var.
1923’te Cumhuriyet ilan edildikten sonra Atatürk’ün koyduğu hedef ‘muasır medeniyetlerin seviyesi’ni yakalamak, hatta onu geçmekti. O yıllarda (ve aslında bugün de hâlâ) ‘muasır’ yani ‘çağdaş’ uygarlık, Batı uygarlığıydı. O yüzden Türkiye hep kendisini Batı’yla kıyasladı, kendini Batı’yla yarışta hissetti. Ve bu yarışta hedefe varmak bir yana yaklaşamadığımız bile ortada.
Ama şimdi bu üniversite sıralamalarına bakınca, Batı’yla yarışan Türkiye’nin kendi Doğusundaki ülkelerin de gerisinde kalmaya başladığını, onlar tarafından da geçildiğini görüyoruz.
MAALESEF Türkiye’de eğitimin sorunlarının kaynağı sadece Milli Eğitim Bakanlığı ve onun uygulamaları değil. Elbette sorunlar manzumesinin yüzde 95’ten bile fazlasını bakanlığın hanesine yazmak gerekir ama geri kalan o minicik bölüm hiç de önemsiz değil.
Medyamızın TEOG sınavını yansıtma biçimini dün görmüş olmalısınız; Hürriyet dahil bütün gazetelerde sınav matematik sorularının zor olmasıyla manşetlere yansımıştı.
Sadece bu bakış açısı bile, bu yıl ortaokulu bitirip gelecek yıl liseye başlayacak olan 1 milyonun üzerinde öğrencinin tamamının katılmak zorunda olduğu bu sınavın tam olarak kavranmadığını, sınavın ne anlama geldiğinin anlaşılmadığını gösteriyor.
Medyamız bu sınava eski alışkanlıkla hâlâ bir ‘yerleştirme sınavı’ gözüyle bakıyor. Oysa bu sınav bir yerleştirme sınavından ibaret değil.
Bu sınav, öğrencilerin seçeceği altı ders için yılın ilk dönemi ve ikinci dönemi için zaten okullarında sınıflarında yapılan yazılı sınavlardan biri yerine geçiyor. Sınava farklı bir okula gitmek istesin istemesin bütün öğrencilerin katılması, Türkiye’ye bizim eğitim sistemimizin ilk sekiz yılı hakkında çok iyi bir fikir vermesi için büyük bir araç.
Sınavın bakanlık tarafından belirlenen müfredat, ders kitabı ve müfredat işleme takvimi içinde, zaten derste işlenen konular üzerinden yapılması, soruların ‘zor’ veya ‘kolay’ olmasını bir sorun olmaktan zaten çıkarıyor.
Sınav, doğası gereği öğrencileri elemek için değil onların ders başarılarını doğru dürüst şekilde ölçmek için tasarlandığından, aslında bize bir hazine değerinde bilgi aktarıyor.
Bir grup arkadaşıyla birlikte Qualcomm adlı şirketi kurdular.
Bu şirket, cep telefonlarının haberleşmesine yeni bir standart getirerek hepimizin hayatını değiştirecekti. Onların geliştirdiği CDMA standardına bugün cep telefonunun ücretinin yüzde 3-5’ini ‘lisans hakkı’ olarak ödüyor dünyada yaşayan cep telefonu sahibi herkes.
Qualcomm’un 2013 net kârı 24 milyar dolar. Bir hesaba göre, şirket hiçbir şey yapmasa bile oturduğu yerden sadece ‘lisans hakkı’ olarak yılda 7 milyar dolar civarında para kazanabilir.
CDMA, telsiz frekansı üzerinde hem konuşmalarımızın hem de 2G, 3G veya 4-5G veri alışverişimizin temelini oluşturuyor. Biz kullanıcılar, varlığından bile haberdar olmadığımız, aslında olmamız da gerekmeyen bu yazılıma para ödediğimizin de farkında değiliz.
Aslında düşük veya yüksek teknoloji ürünü, satın aldığımız her şeyde, patent sahiplerine para ödüyoruz. ‘Yerli’ diye satılan televizyonu alıyorsunuz ama ödediğiniz paranın yarıdan fazlası yurtdışındaki patent sahiplerine gidiyor. Geçen cumartesi günü yazmaya çalıştım, bunun adı ‘Bilgi ithalatı’.
Peki bilgiyi ithal eden olmaktan çıkıp ihraç eden bir ülkeye dönüşmek mümkün mü?
Elbette mümkün ama mevcut eğitim altyapısından girişimcilik kültürümüze kadar her şeyin buna uygun olması lazım.
PERŞEMBE sabahı gazetelerde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘4G’yi atlayalım, 5G’ye geçelim’ açıklaması hakkında yazılan haber ve köşe yazılarını okudukça kendime de gazetelere de kızdım.
Bugüne kadar 4G ihalesinin ne anlama geldiği konusuna hiç bakmamış, bırakın sektörden birileriyle konuşmayı bu konuda iki satır bir şey okumamıştım bile.
Ne ‘Ulak Projesi’nden haberim vardı perşembe sabahına kadar ne de Cumhurbaşkanı’nın sözlerinde haklı olabileceği ihtimali aklıma gelmişti. Çünkü esasen bilgisizdim.
Mesele temelde şuydu: Amerika’daki FCC’nin Türkiye’deki karşılığı olan ve dolayısıyla elektromanyetik dalgalarla yapılan her türlü işin kamu adına patronu konumundaki BTK, cep telefonları üzerinden internete giriş teknolojisinin dördüncü kuşağıyla (4G) ilgili ihaleyi 2017’de yapacağını duyurmuş ama sonra bunu 2015 Mayıs ayına çekmişti.
Erkene alma, ihale sonrası cep telefonu operatörlerine yerli yapım 4G baz istasyonu hazırlamakta olan Ulak Projesi’ni vurmuştu, çünkü onlar kendilerini 2017’ye hazırlıyorlardı. Yani ihale şimdi yapılırsa toplamı milyarlarca doları bulacak baz istasyonları ithal edilecekti.
Cumhurbaşkanı, bu cihazların ithaline yol açacak bu ihaledense 4G’den tamamen vazgeçmeyi ve şimdiden oturup 5G için çalışmayı ve ilk günden yerli teknolojiyle bunun yapılmasını istiyordu.
Cumhurbaşkanı’nınki hafife alınmaması gereken bir fikir ama 4G’den vazgeçmek yerine yerli teknolojiyi ve yazılımı orada ısıtmak da ciddi ciddi üzerinde durulması gereken bir fikir.
ANA muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi, başta iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi olmak üzere herkesi şaşırtmış gözüküyor. Pazar günü açıklandığı andan itibaren, uzun yıllar sonra ilk kez gündem belirleme tekeli AK Parti’nin elinden çıktı ve CHP’nin eline geçti.
Gündemi kimin nasıl belirlediği esasen sembolik bir konu, önemli olan Türkiye’de seçim öncesinde siyasetin siyasi öncelikler açısından tartışılıyor olması. Bu, hem CHP hem de AK Parti için tercih edilesi bir şey. (Ve kuşkusuz bütün öteki partiler için de...)
Bu tartışma sayesinde biz partilerin siyasetteki önceliklerinin ne olduğu öğrenme ve oy vermezden önce onları bu şekilde tartma imkânına sahip oluyoruz.
CHP açıkça kendi önceliğinin Türkiye’nin zenginleri, müteahhitleri, işadamları değil, onların yanında çalışan veya iş arayan yoksul kesimler olduğunu söylüyor. Açıkladıkları ekonomik program ve vaatler serisi, normal şartlarda iş dünyasının tüylerini diken diken edecek nitelikte. CHP önerileri, yüksek gelir gruplarından daha yüksek gelir vergisi almaktan genel manada gelir vergisi ve kurumlar vergisi tahsilatını arttırmaya, asgari ücreti iki kata yakın arttırıp istihdam maliyetini yükseltmeye kadar bir dizi politika.
Bugüne kadar pek yapmadığı için bundan sonra da hiç yapmayacağı sanılıyordu belki ama geçen gün de yazdım, CHP nihayet siyaset yapmaya başladı ve galiba esas yadırganan da bu.
‘Bu yapacaklarının kaynağı nerede’ sorusuyla özetlenen tartışma önemsiz ve sadece propaganda amaçlı bir tartışma değil ama meselenin özünün yanında ikinci sırada gelen bir konu.
Meselenin özü, CHP’nin siyaset yapmaya, siyasi tercihler belirtmeye, devlet bütçesini kendi siyasi öncelikleri ve seçim vaatleri doğrultusunda harcamaya hakkı olup olmadığı.
‘Ne yani, CHP bugüne kadar siyaset yapmıyor muydu’ diye merak edenleriniz olacaktır: Hayır, yapmıyordu.
Daha doğrusu yapıyordu ama yaptığı kimlik siyasetiydi; bir politika öncelikleri serisi önermiyor, savunduğu kimliğe uygun insanların o politikaları zaten bilip benimsediğini varsayıyordu.
Elbette kimlik siyaseti yapan yegâne parti CHP değildi; en az onun kadar iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi de kimlik siyaseti yapıyor. (Hangisinin daha fazla kimlik siyaseti yaptığı veya hangisinin bu kötü yolu açtığı tartışmasına bu yazıda hiç girmeyeceğim.) Ancak AK Parti, bugüne kadar kimlik siyasetinin yanına kalkınmacılık gibi, projecilik gibi politika tercihi sayılması gereken konuları da eklemeyi başarıyordu; CHP ise 2011 seçiminde bunu ilk kez denedi, bu sefer tamamen eksenini politika tercihlerine oturttu.
Kimlik yerine politika tercihlerinin öne çıkmasının en önemli sonucu, kimliklerle ilgili siyasi polemiklerin dozunun azalması olacaktır. Bu kutuplaşmayı yumuşatacaktır. Mantıken bakıldığında bu yumuşamadan en fazla fayda görme potansiyeli olan parti CHP ama AK Parti de benzer şekilde yararlanacaktır yumuşamadan.
Kimlikler yerine politika tercihleri üzerinden siyaset yapılmasının asıl önemi ise, partilerin nasıl bir ekonomik düzen, nasıl bir Türkiye, nasıl bir gelecek kuşak planlaması yaptıklarını biz seçmene sergilemek zorunda olacak olmaları.
Bazı seçmenler, emekli maaşlarının artacak olmasına, başkaları yeni yollar ve havaalanları yapılacak olmasına, başkaları şirketler kesimine verilecek yeni desteklere, diğerleri esnafa veya işçiye sağlanacak yeni imkânlara bakarak oy tercihini belirleyebilecek. Yani bir çeşit ekonomik ve siyasi rasyonalizmle hareket edildiği, parti taraftar kitlelerinin daha az militan olduğu bir dönemin habercisi bu siyaset.
Bakalım AK Parti’den nasıl bir karşılık görecek? Acaba AK Parti de bu rasyonalizme mi yönelecek yoksa kimlik vurgusunu mu arttıracak, hep birlikte göreceğiz.
Ali ve Mehmet, sınıflarına yeni gelen Ceyda ile arkadaş olurlar ve Ceyda’ya doğum gününü sorarlar. Ceyda cevabı doğrudan vermek yerine onlara 10 ayrı tarih verir:
15 Mayıs, 16 Mayıs, 19 Mayıs, 17 Haziran, 18 Haziran, 14 Temmuz, 16 Temmuz, 14 Ağustos, 15 Ağustos, 17 Ağustos.
Sonra Ceyda, Ali ve Mehmet’e, birine hangi ayda diğerine hangi tarihte doğduğunu ayrı ayrı söyler.
Ali: Ceyda’nın doğum gününü bilmiyorum ama Mehmet’in de bilmediğini biliyorum.
Mehmet: Önce Ceyda’nın doğum gününü bilmiyorum ama şimdi artık biliyorum.
Ali: Öyleyse ben de Ceyda’nın doğum gününü biliyorum.
Peki ama Ceyda’nın doğum günü ne zaman?
Fizik öyle bir bilim dalı ki, diğer bütün fen bilimlerini bir anlamda kapsıyor aslında.
Ve ‘Malzeme bilimi’ fiziğin en önemli dallarından biri.
Hatırlayın, geçen yıl Fizik Nobeli’ni malzeme bilimciler kazandı; bugün hepimizin evinde olan LED ışığı mümkün kıldıkları için.
Malzeme bilimi sayesinde bilgisayar çiplerimiz var, sentetik kumaşlarımız var, uçaklarımız var, çoğumuzun evinin pencere kasaları var, ince ekranlı televizyonlarımız var, var oğlu var.
Hayatımızın pek çok alanında doğada olmayan yeni moleküllerin geliştirilmesi yoluyla elde edilmiş yeni ‘malzeme’ler kullanıyoruz. Su geçirmez ayakkabımızda, güneşin zararlı ışınlarını geçirmeyen kumaştan gömleğimizde veya bindiğimiz yeni nesil uçağın kanadında.
Bu malzemelerden bir tanesi, dünyada son yıllarda kullanım alanı giderek genişleyen karbon elyafı veya ‘karbon fiber’.
Adından da anlaşılacağı gibi aslında bir çeşit iplikten söz ediyoruz. Özel yöntemlerle yapılan (şimdi yapılırken uygulanan kimyayı anlatmayayım) bu iplik, aynen başka iplikler gibi dokunuyor ve ‘kumaş’ oluyor.