Cumhuriyet Halk Partisi’nden değil, Halkların Demokrasi Partisi’nden söz ediyorum.
Tam 89 gün sonra oy veriyor olacağız. 7 Haziran’da yapılacak genel seçimi benim açımdan heyecanlı yapan yegâne şey HDP’nin yüzde 10 ülke barajını geçip geçmeyeceği sorusu.
Barajı geçmek için kabaca 4.5 milyon ile 5 milyon arasında oya ihtiyacı olacak HDP’nin. Son Cumhurbaşkanlığı seçiminde Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy 3.9 milyon.
HDP için ‘Risk yok, kesin barajı aşıyor’ denemez ama son genel seçimde alınan 2.5 milyon oyun üzerine epey oy eklediklerine ve baraj hedefinin 4 yıl önceki kadar ‘imkânsız’ gözükmediğine de dikkat çekmek gerek.
Çoğu zaman göz ardı ediliyor, ben hatırlatayım: Seçim dediğiniz toplamı 100 olan bir oyun. Bir partinin yükselmesi için bir başkasının düşmesi lazım.
Peki HDP toplamda 5 puana yakın yükselecekse kim düşecek?
Kuşkusuz AK Parti’den bir miktar oy almadan HDP’nin yükselmesi olası değil. Özellikle Güneydoğu Anadolu’da AK Parti ile HDP arasında ciddi bir rekabet var ve bu iki parti oyları paylaşıyor.
Diyabet ve kalp-damar hastalıkları başta olmak üzere bir dizi hastalıkta görünür gelecekte patlama bekleniyor.
‘Tip 2’ diyabette zaten şimdiden büyük bir patlama var; bu hastaların önemli bir bölümü, eğer zaten henüz geliştirmediyse, gelecekte kalp-damar hastalığı şikâyeti başta olmak üzere bir dizi şikâyetle hastanelere başvuracaklar.
Bütün bunları Sağlık Bakanlığı’nın 2010 yılında Hacettepe Üniversitesi’ne yaptırdığı ve Ankara Numune Eğitim ve Araştırma Hastanesi koordinatörlüğünde yapılan ‘Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması’ndan (TBSA) biliyoruz.
19 bin 56 hane halkı bireyle hane düzeyinde yapılan araştırmaya göre ülkemizde yaşayanların yüzde 30.3’ü Beden Kitle İndeksi’ne göre (BKİ) ‘obez’, yüzde 34.6’sı ‘şişman’ ve yüzde 2.9’u ise ‘morbid obez’.
Üstelik bireylerin yaşı arttıkça BKİ değerleri de artıyor, yani şişmanlar obez, obezler morbid obez, BKİ’si normal değerlerde görünenler de şişman olma eğilimindeler.
Bu rakamlar önümüzdeki dönemde başa gelecek dehşetengiz büyüklükte bir halk sağlığı sorununa işaret ediyor.
Şişmanlık ve obezitenin arkasında neden olarak, beslenme alışkanlıklarımızla fiziksel aktivite eksikliğimiz yatıyor.
Yavaş yavaş iyice belirginleşiyor ki, bu ‘hassas’ kavramını Türkiye’nin yönetilmesiyle ilgili hemen hemen her konuda göreceğiz.
Son konumuz malum, faiz tartışması. Cumhurbaşkanı Erdoğan aralık ayında Merkez Bankası’nın faizleri düşürmesi gerektiğini söyledi, daha sonra da bu sözlerini sürdürdü. Son olarak daha hafta başında Suudi Arabistan dönüşü gazetecilere yine faizlerin düşmesi gerektiğini yineledi.
Ama aslında bunun öncesi de var.
Hatırlayacaksınız, yolsuzlukla suçlandığı için haklarında Meclis Soruşturma Komisyonu kurulan ve sonra da bu kurulda aklanan dört bakanla ilgili karar belli olduktan sonra Başbakan Ahmet Davutoğlu, ‘yolsuzlukla mücadele’ bağlamında bir paket açıkladı.
Bu paket başlıca iki şey içeriyordu:
1. ‘Şeffaflık’ adı verilen bölümde, mal beyanında bulunma yükümlülüğü genişletiliyor, partilerin ilçe başkanlarına kadar her düzey yöneticisi bu kapsama alınıyordu.
2. ‘Rant vergisi’ adı altında da, sahip oldukları arazinin imar durumu değişince bir anda yüksek kazanç elde edenlerin vergilendirilmesi amaçlanıyordu.
Aynı söz Yaşar Kemal için de geçerli: Bir gün Anadolu yok olursa (ki bu konuda bayağı çaba gösteriyoruz) nasıl bir yer olduğunu, orada nasıl insanlar yaşadığını Yaşar Kemal romanlarından anlayabiliriz.
Yaşar Kemal, ölümünün ardından yazan pek çok kişi gibi, benim için de sadece yazar Yaşar Kemal değildi, o benim ‘Yaşar Abim’di.
Büyüdüğüm mahallede onunla hiç anısı olmayan pek çok yetişkin bulabilirsiniz ama tek bir çocuk bulamazsınız ki Yaşar Kemal’le bir hikâyesi olmasın. Ben de o çocuklardan biriyim, Yaşar Abi’nin deyişiyle ‘Uçurtmacı’lardan biriyim.
Yine mahalle komşumuz Ahmet Altan’ın çok güzel yazdığı gibi, bazı insanlar vardır, onlar hep oradadır. Ağrı Dağı gibidir, Dicle Nehri gibidir o insanlar, hep orada olmuşlardır ve olacaklardır. Yaşar Kemal de öyleydi işte.
Onun öldüğünü, artık burada olmadığını, artık yazmayacağını, artık kocaman kahkahasıyla gülmeyeceğini, bir hikâye anlatırken gözyaşlarına boğulmayacağını veya sizi ağlatmayacağını hâlâ idrak edebilmiş, bunu kabullenebilmiş değilim.
Hastaneye kaldırıldığında, durumun ümitsiz olduğunu söylediklerinde de inanamadım, çünkü o Yaşar Abi’ydi, kalkardı o yataktan, o solunum cihazlarını falan söküp atardı üstünden.
Çocukken o kadar ahbaplık etmiştim, elbette kitaplarını su içer gibi okumuştum ama Yaşar Kemal’i gerçekten tanımam için onun bir sabah bana, o zaman çalıştığım Radikal gazetesine telefon edip “Sana bir yazı yollayacağım” demesi gerekecekmiş.
Polisin denetimsiz, kendi kendine ve kendi özel ajandası doğrultusunda iş yapmasının en belirginleştiği alan telefon dinlemeleri olarak önümüze çıktı.
Son on dört ayda pek çoğu yüksek rütbeli onlarca polis usulsüz dinleme yapmaktan, telefon dinleme kararı alırken yargıyı yanıltmaktan soruşturuldu, kusurlu bulundu, haklarında davalar açıldı.
Biliyorsunuz, iki çeşit dinleme var. Bunlardan birincisi, Ceza Muhakemesi Kanunu çerçevesinde hâkim kararıyla yapılan ve kayıtları mahkemede delil olarak kullanılabilen ‘adli’ dinlemeler. İkincisi ise polis tarafından yapılan bir taleple başlatılan, sadece hâkim onayına sunulan ve mahkemelerde delil olarak kullanılamayan ‘istihbari’ dinlemeler.
Son on dört ayda polisin özellikle istihbari dinleme yaparken gerçek kişilere sahte isimler verdiği, sahte suçlamalar yönelttiği, bazen isim dahi vermeden nereden elde edildiği belli olmayan bir IMEI numarasıyla telefonları dinlediği anlaşıldı. Telefonu dinlenenler arasında Başbakan’ın yakın danışmanlarından gazetecilere, iş dünyasının önde gelen isimlerinden başka polislere kadar neredeyse her çeşit insan var. Ve ortaya çıkan bilgiler, bu telefonların bırakın bir suçu, bir suç şüphesine bile dayanmadan dinlendiğini, yani telefonun bir ucunda sadece bir ‘meraklı kulak’ın bulunduğunu bize gösterdi.
Aslında her biri aylarca konuşulacak büyüklükte skandallar olan bu olaylar bizim için son on dört ayda öyle sıradan bir bilgi haline geldi ki, insanlar birbirlerine ‘Seni kaç kez dinlemişler’ diye sormaya bile başladı. Şaka değil, telefonu ‘meraklı kulak’a takılan yüz binlerce masum insandan söz ediyoruz.
Polise terörle ve organize suç çeteleriyle mücadelesinde yardımcı olması için verilmiş bir yetkinin ne kadar kötüye kullanıldığının onlarca örneğini gördükten sonra insan ister istemez ‘Herhalde bütün bu usulsüzlüklerin en büyük mağduru olan hükümet bu konuya bir çekidüzen verecek, hem sistemi işleten hem de usulsüzlükleri önleyecek bir denetim mekanizması kuracak’ diye düşünüyorsunuz.
Ama heyhat, ‘İç Güvenlik Paketi’ olarak bilinen ve Meclis’te büyük tartışmalara neden olan paketin bugüne kadar kavga dövüş arasında kabul edilen maddelerinden biri tam da bu istihbari dinlemeyle ilgili ve yeni maddenin getirdiği denetim mekanizması yeterli olmaktan çok uzak.
Genelkurmay’dan da Cumhurbaşkanı seçimi nedeniyle gece yarısı muhtırası yemiş olan hükümet aynı anda iki şey birden yapıyor. Birincisi, Meclis’te temmuz ayında seçim yapılması kararını geçiriyor. İkincisi ise Cumhurbaşkanı’nın bundan böyle halk tarafından seçilmesi için gerekli Anayasa değişikliğini yapıyor.
Bütün bunlar yeterince ateşli ve heyecanlı bir gündem oluşturuyor sanıyorsunuz ama yanılıyorsunuz. Aynı karışık, darbe tehlikesinin yaşandığı mayıs ayında Meclis, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’nda da değişiklik yapıyor. Bu değişikliğin pek çok tartışmalı maddesi var ama herhalde hiçbiri kanunun 16 maddesini değiştiren kadar çok tartışmalı değil.
O karmaşık gündemin ortasında, insan hakları kuruluşları ve bazı gazetecilerin itirazları kaynayıp gidiyor ve polisin zor kullanma ve silah kullanma yetkisiyle ilgili şu hüküm, her şeyi veto eden dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in de onayını alıp yasalaşıyor (Mad. 16, son iki fıkra):
‘Polis, yedinci fıkranın (c) bendi kapsamında silah kullanmadan önce kişiye duyabileceği şekilde “dur” çağrısında bulunur. Kişinin bu çağrıya uymayarak kaçmaya devam etmesi halinde, önce uyarı amacıyla silahla ateş edilebilir. Buna rağmen kaçmakta ısrar etmesi dolayısıyla ele geçirilmesinin mümkün olmaması halinde ise kişinin yakalanmasını sağlamak amacıyla ve sağlayacak ölçüde silahla ateş edilebilir.Polis, direnişi kırmak ya da yakalamak amacıyla zor veya silah kullanma yetkisini kullanırken, kendisine karşı silahla saldırıya teşebbüs edilmesi halinde, silahla saldırıya teşebbüs eden kişiye karşı saldırı tehlikesini etkisiz kılacak ölçüde duraksamadan silahla ateş edebilir.’Basit ve makul gibi gözüken, hele bugün yapılan değişiklikle kıyaslandığında neredeyse öpüp başa koyulacakmış gibi duran bu iki kısa paragrafın 2 Haziran 2007’de onaylanıp 14 Haziran’da Resmi Gazete’de yayınlanmasından sadece iki yıl sonra yazılan Türkiye İnsan Hakları Vakfı raporunda acı sonuç yazılı: Polis bu yetkiye dayanarak iki yılda toplam 53 can almıştı. Peki yasanın 7 yıllık uygulamasının sonucu ne? Onu da MAZLUMDER Başkanı Mehmet Ali Devecioğlu, halen Meclis’te konuşulan iç güvenlik paketiyle ilgili açıklamasında söylüyor: Polis kurşunuyla ölenlerin sayısı 7 yılda 183’e çıkmış durumda.MAZLUMDER’in 7 yıllık rakamlarında kaç kişinin hangi şartlarda öldüğü yazılı değil ama TİHV’nin iki yıllık raporunda ölen 53 kişinin 29’unun sokakta dur ihtarına uymayanlar olduğu, 9’unun ise protesto gösterileri sırasında polis tarafından vurulduğu yazılı.
Bakın bu rakamlar bugün hükümetin yetersiz bulduğu yasa maddesi sonucu ortaya çıkan rakamlar. Yarın bu yasa maddesi yürürlüğe girip polis bir ‘yasadışı’ gösteri sırasında gördüğü yüzü maskelilere veya molotofkokteyli olduğundan şüphelendiği şeyleri taşıyanlara doğrudan hedef alarak ateş etmeye başladığında ortaya çıkacak rakamları hayal bile edemeyiz.
Ethem Sarısülük’ün katili yargılanmazdı bile
ANKARA’daki Gezi eylemleri sırasında Ethem Sarısülük polis kurşunuyla can verdi. Onu öldürmekle suçlanan polis memuru yargılandı, 7 yıl 9 ay hapis cezasına çarptırıldı ama Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı bu cezanın sanık aleyhine bozulması için başvurdu.
Hadi buna bir de sözde zekice alay etmek için uydurulan iki-üç kötü espriyi de ekleyin.
Pazar sabahı haber duyulduğundan beri hepi topu dokuz cümle lafı dinliyoruz da dinliyoruz; bazılarımız yazmaya ve konuşmaya doyamıyor bu konuyu, arada karşısındakine sinirlenenler oluyor, hatta kavgalar bile çıkıyor bu dokuz cümleden.
Evet, Süleyman Şah Türbesi’nin taşınmasından söz ediyorum.
Bütün memleketin neredeyse şehevi bir iştahla ‘nakli kubur’ operasyonunu konuştuğu sırada Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde İç Güvenlik Paketi’nin en tartışmalı maddelerinin bazılarını da içeren ilk 10 maddesi kabul edilmişti bile. Siz bu satırları okurken kim bilir kaç maddesi daha geçmiş olacak.
Bu yasa en temel haklarımızla ilgili son derece önemli değişiklikler getiren ve kamuoyunda enine boyuna tartışılması, en azından kamuoyunun bilgilendirilmesi gereken bir yasa.
Meseleyi ne ‘Polis devleti oluyoruz’ slogancılığına ne de ‘Molotof serbest mi kalsın’ kolaycılığına bırakmalıydık ama maalesef sonunda bu oldu.
Şimdi hemen birileri çıkıp, ‘İç Güvenlik Paketi’ni gündemden düşürmek için türbe operasyonunu yaptılar’ diyecektir ama ben hiç de öyle düşünmüyorum.
Ama ondan önce, bugün dahil en geç 32 gün sonra, yani en son 24 Mart’ta partilerin milletvekili aday listeleri Yüksek Seçim Kurulu’na sunulacak.
Bunun anlamı şu: Siyasi partilerimiz bu bir ay boyunca aday listelerini belirlemek için uğraşacaklar ve benim gazetecilik tecrübem bu listelerin son dakika gelene, hatta resmen YSK’ya teslim edilene kadar kesinleşmediğini söylüyor.
Bu seçim öncesinde merak edilen konulardan biri, AK Parti milletvekili aday listesini belirlemede Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağırlığının ne kadar olacağı konusu.
‘Sıfır olacak, Erdoğan hiç karışmayacak, çünkü tarafsız ve artık partisiz bir cumhurbaşkanı’ diyene rastlamadım; AK Partililer bile Erdoğan’ın listeler üzerinde belli bir ağırlığı olacağını söylüyor.
Ama bir şeyi de hatırlatıyorlar: ‘Erdoğan, genel başkanlığı döneminde partinin bütün kurullarını sonuna kadar çalıştıran, onların kararlarına da saygı duyan bir liderdi. Elbette onun da kişi bazında tercihleri oluyordu ama liderin doğrudan listeye yazdığı isim sayısı sınırlıydı.’Geçmişte neredeyse düzenli olarak AK Parti milletvekili grubunun her seçimde yüzde 60’ı aşan oranlarda değiştiği dikkate alınacak olursa bu anlatılana prim vermek gerek. Çokça inanılan efsanenin tersine milletvekili listelerini ağırlıklı olarak parti kurulları oluşturuyordu, bugün de bunun böyle olacağı söyleniyor.
Tamam kurullar çalışacak, Türkiye çapında 550 isimlik listeler hazırlanacak ama mevcut genel başkan Ahmet Davutoğlu’nun veya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özel tercihleri, listeye seçilecek sıralardan eklemek isteyecekleri olmayacak mı?
Bu soruyu neredeyse bir aydır gördüğüm her AK Parti önde gelenine soruyorum, aşağı yukarı aldığım cevap da şu: