TALLEYRAND’ın bu deyimini daha önce de sık sık kullanmıştım. Aslında AB Brüksel zirvesi sonuçlarından duyduğum sevinci ifade etmek için kaleme almaya başladığım bir yazıda yine Talleyrand’a atıfta bulunmak aklımdan geçmiyordu.
Fakat cumartesi günkü heyecanlı kutlamalardan hemen sonra Brüksel’de elde edilen neticelerin karamsar bir açıdan yorumlandığını ve sızlanma edebiyatına avdet edildiğini görünce ister istemez Fransa’nın efsanevi dışişleri bakanının basiret dolu sözlerini hatırladım.
En iyiyi elde etmek elbette ideal bir hedeftir. Ne var ki o uğurdaki ısrarınızla elde etmiş olduklarınızı kaybederseniz altından bir daha kalkamayacağınız bir zarara uğrarsınız. Tırmandırma taktiğini optimum bir noktada durdurmak, basiretin icabıdır. Başbakan Erdoğan, Brüksel’de bunu yapmıştır. Atatürk’ün onayı ile İsmet İnönü de Lozan’da aynı şekilde hareket etmişti.
Erdoğan’ı ve Türk diplomasisini eleştirmek değil, kutlamak gerekir. Türkiye 40 yıllık Avrupa serüveninde en önemli dönüm noktasını başarıyla aşmıştır. Evet, daha önümüzde küçümsenmemesi gereken engeller ve güçlükler vardır; fakat üyeliği gerçekleştirme sürecine artık girilmiştir. Bundan sonrası geniş ölçüde kendi gayretlerimize bağlıdır.
* * *
Brüksel’deki stratejik hedefimiz neydi? 2005 yılı içinde kesin bir müzakere tarihi elde etmek. Bu sağlanmıştır. Kararı çevreleyen kayıtlar bakımından 6 Ekim tarihli komisyon raporunun ötesine gidilmemiştir. Avrupa’da kamuoyunun muhalefetini ve tereddütlerini yenmek zaman alacaktır; ancak bizi destekleyen kuvvetli bir lobinin oluştuğu da görülüyor.
Avrupa Parlamentosu’nun, önlerinde Türkçe ve diğer dillerde ‘Evet’ pankartı bulunan üyelerinin oylarıyla ve neredeyse üçte iki çoğunlukla müzakerelerin başlaması lehinde karar alması, son derece anlamlıydı. 16-17 Aralık’ta Brüksel’de de yalnız kalmadık. Türkiye’yi tatmin edecek bir formülün bulunması için çalışan dostlarımız az değildi.
AB zirvesinde en çetin sorun olarak yine Kıbrıs sorununun karşımıza çıkacağını biliyorduk. Kıbrıs meselesi çözümlenmeden Güney Kıbrıs’ın AB’ye üye olmasının Türkiye ve KKTC bakımından sakıncaları saymakla bitmez. AB’nin bu konuda büyük bir hata işlediği inkár edilemez. Fakat Türkiye’nin de 2002 sonunda ve Mart 2003’te tarihi bir fırsat kaçırdığı da aynı derecede doğrudur.
O zaman çözüme varılsaydı, Rumların referanduma hayır demeleri hemen hemen imkánsızdı ve bugün AB’ye ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ değil, Türklerin de yönetime katıldığı ‘Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti’ üye olacaktı. Bu cumhuriyeti Brüksel’de Papadopulos tek başına değil, Denktaş ile birlikte temsil edecekti. Türkiye’nin önüne çıkan fırsatı tepmesi için o zaman cansiperane çalışanlar, şimdi Brüksel’de varılan sonucu yerden yere vuruyorlar.
* * *
Brüksel’de Türkiye ne yaptı? İçlerinde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’nin de bulunduğu 10 yeni üye ülkeyle 1963 tarihli Ortaklık Anlaşması’nı ve dolayısıyla Gümrük Birliği’ni teşmil eden bir protokolü, müzakerelerin başlayacağı 3 Ekim 2005’ten önce imzalamayı vaat etti. Bu protokolü imzalamanın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni hukuken tanımak anlamına gelip gelmediği konusu elbette tartışmaya açık. Ancak uluslararası hukuk, geniş ölçüde yorum ve emsal ile oluşur.
Brüksel’de dönem başkanı Hollanda Başbakanı ile diğer bazı başbakan ve bakanlar, protokolü imzalamanın hukuken tanıma anlamına gelmeyeceğini üstüne basa basa belirttiler. Bu ifadeler AB’yi bağlar. AB’ye artık mal olmuş yorum ışığında Türkiye’nin KKTC’yi tanımaya devam etmesi ve onunla kurumsal ilişkilerini sürdürmesi de itiraza yol açamaz. Başka türlüsü zaten düşünülemezdi.
Kıbrıs’ta iki halkın ayrı ayrı referandum yapmış olması zaten Güney’in Kuzey üzerinde egemenlik iddialarını geçersiz hale getirmiştir. Tabii daha uzun vadede Kıbrıs’ta bir çözüm bulunmadan Türkiye’nin üyeliği gerçekleşemez. Bu ayrı bir konu. Başka bir yazımda ele alacağım.