AB zirvesi ve sonrası

17 Aralık’ta AB Konseyi’nin alacağı kararın içeriği hakkındaki belirsizlik devam ederken, Başbakan, toplantılarda ve televizyonlarda, çok rağbette bir tábirle ‘kırmızı çizgileri’mizi sürekli gür bir sesle vurguluyor. Bu yöntem iki yanı keskin bir bıçaktır.

Bir yandan kararlılığımızı göstererek pazarlık gücümüzü artırabilir, görüşlerimiz sonunda kabul edilirse hükümet büyük bir diplomatik zafer kazanmış olur. Diğer yandan bir ölçüde esnekliğimizi ipotek altına alabilir.

* * *

Buna benzer bir durumu 1999’da yaşadık. Helsinki zirve kararını reddetmek noktasına gelmiştik. O zamanki Konsey Başkanı Lipponen’in mektubu durumu kurtardı. Aslında mektup zirve kararının özünü değiştirmiyordu, fakat o şekilde takdim edildi ve efsanesi bugünlere kadar sürdürüldü. 1997’de Lüksemburg Zirvesi kararını reddetmemizin 1999’a zemin hazırladığı iddiası da inandırıcı değildir. 1999’da siyasi ortam ve özellikle Yunanistan’ın tutumu değişmişti. Güney Kıbrıs’ın çözüm olmasa da AB’ye üye kabul edileceğinin Helsinki’de karara bağlandığını da hatırlayalım.

AB Konseyi’nin kabul edeceği kararın bizi rahatsız edecek bazı ifadelere yer vermesi olasılığı bu aşamada kuvvetli gözüküyor. Tam üyeliğin alternatifi bir formül tehlikesinin bertaraf edilip edilmediği herhalde ancak zirveden hemen önce anlaşılacak. Cumhurbaşkanı Chirac zaten ‘ayrıcalıklı bir ortaklık’tan değil, ’kuvvetli bir bağ’dan bahsettiğini söylüyor. Sözcükler değişik, fakat anlam tabii aynı.

* * *

Son bir habere göre ise ‘üyelik müzakereleri sonuca varamazsa Türkiye’nin rızası ile bir alternatif ilişki’ formülü gündeme gelmiş. Bu şekilde bir yazılış biçiminin karar metnine girmesi Türkiye’yi tatmin eder mi? Göreceğiz.

Bizim için belli başlı diğer bir kırmızı çizgi Kıbrıs’a ilişkin. Ortalıkta dolaşan taslaklarda Kıbrıs’tan doğrudan söz edilmiyor. 1963 Ankara Antlaşması’nın yeni üyelerle Türkiye arasında da geçerli olmasını sağlayacak protokoller aktedilmesi öngörülüyor. Bizden talep edilen tanımadığımız ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ ile de bir protokol imzalamamız ve bunu onaylamamız. Hukuken bu bir tanımadan başka bir şey olamaz. İkili ilişkiler konusunda bir protokol imzalarsanız, Meclisiniz de onayı kabul ederse, o devletle ortaklık ve gümrük birliği içinde olursanız onu hálá tanımadığınızı nasıl iddia edebilirsiniz?

* * *

Ancak bir nokta göz ardı edilmemelidir. AB Konseyi 2002 kararında Güney Kıbrıs Hükûmeti’nin Kuzey üzerinde kontrolü olmadığını kabul etmiştir. Güney Kıbrıs’la Katılım Antlaşması’na ek protokol Annan Plánı’na ve çözüme atıfta bulunmaktadır. Güney Kıbrıs dolaylı bir şekilde tanınsa bile Kuzey Kıbrıs’ta siyasi ve fiili otoriteyi tanımak sürdürülebilir. Fiili tanımada bir sorun olmaz, mesele KKTC’yi hukuken tanımaya devam edip edemeyeceğimizdir. Bu açıdan da Kıbrıs’ta Kuzey’de ve Güney’de iki ayrı referandum yapılmış olmasının Kuzey’e bir hukuki kimlik verdiği ileri sürülebilir. İki halka ayrı ayrı mukadderatlarını tayin etmek hakkını verirseniz yalnızca birini temsil eden bir devletin öbür halk üzerinde egemenlik iddiası geçerli görülemez.

* * *

17 Aralık kararı bizim kabul edebileceğimiz bir içerikte olsa bile asıl güçlüklerle ondan sonra karşılaşacağımızı bilmeliyiz. Avrupa Párlamentosu’nda 14 Aralık’ta oylanacak olan ve koşulsuz müzakerelere başlanmasını destekleyen Dışişleri Komisyonu’nun raporu bu güçlüklerin neredeyse bir katoloğu gibi. Devamlı baskı altında kalacağız, soğukkanlığımız durmadan sınanacak. Sık sık düş kırıklığına uğrayacağız. 17 Aralık’ta umarım seviniriz, fakat bu bilinçli bir sevinç olsun.
Yazarın Tüm Yazıları