TÜRKİYE yıllardan beri diğer benzer ülkelere ve özellikle AB ülkelerine oranla daha az yabancı sermaye celbettiği için sızlanmaktaydı. Bunda da haklıydı; çünkü kamu borcunun yüksekliği, devlet yatırımlarını asgariye indirdiği gibi özel sektörün yatırımları da kısıtlıydı.
Türkiye’deki girdi maliyetlerinin yüksekliği, özel sektör yatırımlarını da yabancı ülkelere yöneltmeye sevk ediyordu. AB üyeliğini destekleyenlerin ekonomik açıdan en kuvvetli bir savı da üyeliğin yabancı sermaye girişlerini teşvik edecek olmasıydı.
Nüfusu artmaya devam eden ve milli geliri nispeten çok düşük olan bir ülke için yabancı sermayenin özlü katkısı olmadan yüksek düzeyde sürdürülebilir bir büyüme öngörmek zordu.
***
Son yıllarda ise yabancı sermaye girişlerinde önemli bir artış var. Yabancılar direkt yatırımlarda bulunuyorlar, bol miktarda sıcak para getiriyorlar, özelleştirilen kamu şirketlerine talip oluyorlar, milli bankalarla ortaklık kuruyorlar. Yabancılara gayrimenkul satışları da gittikçe artma eğiliminde.
Bu gelişme yalnızca AB üyelik perspektifiyle izah edilebilir mi?Zannetmiyorum. Galiba AB üyeliğinden bağımsız olarak Türkiye’nin ekonomik istikbaline güven bir hayli yükselmiş bulunuyor. Unutmayalım ki AB üyelerinin hepsi, aynı ölçüde yabancı sermayeden yararlanmıyor.
Örneğin, Yunanistan bu alanda pek başarılı olamadı. Buna karşılık AB üyesi olmayan Çin, rekor düzeyde yabancı sermaye çekiyor. Dolayısıyla Türkiye’ye yabancı sermaye akımının hızlanmasını tek bir öğeye bağlamak doğru olmaz.
***
Ne var ki yabancı sermaye akımının hızlanmasını herkes olumlu yönde değerlendirmiyor. Yerli sermayeyle kurulan ve geliştirilen TÜPRAŞ ve ERDEMİR gibi kamu kuruluşlarının özelleştirme yoluyla yabancıların eline geçmesini eleştirenler var. Türk Telekom’un Arap sermayesinin de dahil olduğu bir ortaklığın kontrolüne geçmesi tepki doğurdu.
En büyük 500 sanayi şirketinin yüzde 33’ünü teşkil eden yabancı sermayeli şirketlerin, katma değerin ve ihracatın yüzde 50’sini gerçekleştirmesi biraz gıptayla karşılandı. Sıcak paranın geldiği gibi gidebileceği ve bunun yine bir krize yol açabileceği kaygısı yaygın. Yabancıların aldıkları gayrimenkullerin yüzölçümü olarak iki veya üç Heybeliada’nın yüzölçümüne eşit olması endişe yarattı.
İleri sürülen eleştirilerin bir kısmı haklı, bir kısmı anlaşılır, bir kısmı ise tamamen duygusal ve anlamsız. Örneğin. yabancıların gayrimenkul satın almalarına karşı ileri sürülen savların hiçbir geçerliliği yok. Mülkiyet ile egemenliği birbirine karıştırmamak gerekir.
***
Yabancı sermayenin milli şirketleri ele geçirmesine karşı tepki duyulan tek ülke Türkiye değil. Geçenlerde Danone şirketinin Pepsi Cola tarafından hisselerinin satın alınması yoluyla ele geçirileceği rivayetlerinin ortaya çıkması üzerine Fransa’da kıyamet koptu. Bunun Fransa’nın kimliğine karşı bir hareket olduğu bile ileri sürüldü.
ABD’de Chevron petrol şirketiyle birleşen Unocal’e, devlete ait bir Çin şirketinin talip olması, Amerikan Kongresi’nde muhalefetle karşılaştı. Demek oluyor ki milli şirketlerin yabancıların eline geçmesi konusundaki endişelerin hepsini göz ardı etmemek, fakat ölçüyü de kaçırmamak lazım.
Türkiye gelişme yolunda bir ülke olarak yabancı sermayeyi ürkütmemelidir. Bunun koşulu da Türkiye’de politik, ekonomik ve hukuki alanlarda istikrarlı bir yatırım ortamı mevcut olduğunu sürekli kanıtlamaktır.
AB serüveninin nasıl sona ereceği gittikçe daha belirsiz hale gelirken bugünkü ekonomik ivmeyi sekteye uğratabilecek hatalardan özellikle sakınmak doğru olur.