3 Ekim’de üyelik müzakerelerinin başlaması ile ilgili sorunların hepsi henüz halledilmediyse de artık ciddi bir engelin ortaya çıkmayacağı inancı hem Türkiye’de hem de AB çevrelerinde yaygın.
En zor sorunlardan birini oluşturan Gümrük Birliği protokolü meselesinde nüanslı bazı ikirciklikleri içeren ve görüş farklarının giderilmesini uygulama safhasına erteleyen bir karşılıklı anlayış geliştirilmişe benziyor. Bunun dışında kuşkusuz daha kapsamlı olan müzakere çerçevesi konusu var. Komisyon tarafından daha önce sunulmuş olan taslağın AB Dışişleri Bakanları tarafından hangi tarihte onaylanacağı belli değil ve bu işin 3 Ekim’e kadar sarkması olasılığı mevcut.
***
Gümrük Birliği Protokolü’nü (GBP) imzalarken bunun ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanıma anlamına gelmeyeceğini belirten Türkiye’nin tek taraflı deklarasyonu, özellikle Fransa’nın ‘kraldan fazla kral taraftarı’ tutumu yüzünden yoğun tartışmalara neden oldu. 31 Ağustos’ta Daimi Temsilciler Konseyi’nden (Coreper) ve arkasından 1 Eylül’de Newport’taki Dışişleri Bakanları toplantısından çıkan sonuç, kısaca, deklarasyonun müzakerelerin başlamasını engellemeyeceği, fakat 3 Ekim’den sonra GBP’nin uygulanmasının müzakere süreci üzerinde devamlı bir baskı unsuru teşkil edeceğidir.
AB’nin bu konudaki pozisyonu 7 Eylül Coreper toplantısında nihai şeklini alacak. Türkiye’den beklenen her şeyden önce Kıbrıs Rum bandıralı gemilerin ve uçakların Türk deniz ve hava limanlarına serbestçe gelebilmeleridir. Türkiye ise Gümrük Birliği hizmet sektörünü kapsamadığından böyle bir yükümlülük altına girmek mecburiyetinde olmadığında ısrarlı.
***
Bu görüşün kabul görmesi şansı başından beri hiç yoktu. Nitekim Newport’taki toplantıda, AB bakanlarının, deklarasyonun Türkiye’nin yükümlülüklerini etkilemeyeceği, protokolün uygulanmasının izleneceği, Türkiye yükümlülüklerini yerine getirmedikçe bazı müzakere başlıklarının askıya alınacağı gibi noktalarda mutabakata vardıkları anlaşılıyor. AB Parlamentosu’nun GBP’nin onaylanmasını eylül sonuna bırakması da bir başka baskı aracı. Unutmayalım ki 3 Ekim’den sonra GBP TBMM’nin de onayına sunulacak, CHP mutlaka bu onaya malum taktikleri ile karşı gelecek ve hatta GBP’nin ‘Güney Kıbrıs’ı tanımaanlamına geldiği iddiasını sürdürecektir.
Zannediyorum ki tanıma tartışmasına son noktayı AB’nin genişlemeden sorumlu Komiseri Olli Rehn koydu. 1 Eylül’de ‘Le Monde’ gazetesinde yayımlanan makalesinde, 17 Aralık 2004 zirvesinde bütün tarafların, protokolü imzalamanın ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni açıkça tanıma anlamına gelmediğini kabul ettiklerini, fakat üyelik sürecinin uygun bir aşamasında çözüm çerçevesinde tanımanın gerçekleşmesini kaçınılmaz gördüklerini hatırlatıyor. Bu yorum Türkiye’nin görüşü ile zaten uyum halinde. Ancak Rhen 17 Aralık’taki oydaşmaya rağmen Türkiye’nin tek taraflı bir deklarasyonla işi yokuşa sürdüğünü de ima ediyor. Bu görüşünde bir hakikat payı bulunduğunu kabul etmek gerekir.
17 Aralık müktesebatından sonra ayrıca bir deklarasyon şart değildi. Rehn bir şey daha söylüyor: ’Protokolü imzalamakla Türkiye AB’nin 25 üye ülkeden oluştuğunu kabul ediyor. Bu çok önemli bir nokta, çünkü üyelik müzakereleri Türkiye ile 25 ülke arasında yürütüleceğinden artık AB, ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ dahil, Türkiye’nin muhatabı oluyor.’ Bu da başka bir gerçek.
***
3 Ekim eşiğini beklenmedik bir yol kazasına uğramadan aşsak bile o tarihten sonra ekonomik ve sosyal gündem dışında çözüm bekleyen siyasi nitelikte sorunlar az sayıda değil. Protokolün AB’nin yorumladığı yönde uygulanmasını ne kadar geciktirebiliriz? Azınlık vakıfları ve azınlıkların eğitim kurumlarına ilişkin bir seri problem var. Bunların bir kısmı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne intikal etmiş bulunuyor ve mahkeme bu davalarla ilgili ilk duruşmasını Eylül’ün ikinci yarısında yapacak. Kıbrıs’ta çözümsüzlükten Kıbrıs Rumlarının sorumlu olduğunu herkes kabul ediyor, fakat çözüm geciktikçe adada yeni dinamiklerin çözüm parametrelerini değiştirmesi tehlikesi göz ardı edilemez.
Müzakere süreci BM Genel Sekreteri tarafından yeniden başlatılsa bile Annan Planı’nın son şeklinde önemli ayarlamalar gerekebilecek. Bunları büyük olasılıkla kabul edemeyeceğiz. Annan Planı’nı tek taraflı uygulamaya başlayarak bir çözümü zorlamak akla geliyor, fakat büyük siyasi cesaret ve kurumsal oydaşma isteyen böyle bir politikayı yürütebilir miyiz?
***
3 Ekim’de müzakereler başlarsa sevinelim, fakat AB üyeliği yolunda asıl yokuşların bu dönemeçten sonra başlayacağını unutmayalım. Zihni ve diplomatik hazırlığımızı ona göre yapalım.