TESEV ile Avrupa Reformu Merkezi’nin geçen hafta İstanbul’da ortaklaşa düzenledikleri Boğaziçi Konferansı’nın konusu ‘Müzakereler başladıktan sonra Türkiye-AB ilişkileri’ idi.
Eski İsveç Başbakanı Carl Bildt ve uzun süre İngiltere’nin Kıbrıs Temsilciliği’ni yapan Lord David Hannay gibi isimlerin de katıldığı konferans, Türkiye’den ve AB ülkelerinden politikacıları, parlamenterleri, sivil toplum temsilcilerini, akademisyenleri, medya mensuplarını ve AB Komisyonu temsilcilerini bir araya getirmişti.
Türkiye’nin AB’nin Ortak Dış ve Güvenlik Politikası’na uyumu, dış politika alanında AB ile Türkiye arasında çıkabilecek gerginlik noktaları, Türkiye’nin üyeliğinin AB üzerindeki olası politik ve ekonomik etkisi, müzakerelerin yapıcı bir diyalog ortamı içinde cereyan etmesini sağlayacak koşullar, ele alınan başlıca konulardı.
Tabii Kıbrıs’tan bol bol söz edildi. Yakın zamanda bir çözümden kimsenin umudu yok. Ancak Gümrük Birliği Protokolü’nün onaylanması ve uygulanması alanında çıkabilecek gerginlikler endişe yaratmaktan geri kalmıyor.
* * *
TBMM’nin, protokol ile birlikte, protokolün ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımak anlamına gelmediğini belirten deklarasyonu onaylamasının neden olabileceği tıkanıklığın aşılabilmesi için, Meclis’in, protokolü ve deklarasyonu bir arada değil, fakat ayrı ayrı onaylaması fikrini telkin edenler oldu.
Fena bir çıkış yolu değil. Ayrı ayrı onaylama, deklarasyonun hukuki temelini zayıflatmaz. Uygulamaya gelince, Türkiye’nin limanlarını açması karşılığında AB Konseyi’nin de KKTC üzerindeki ulaşım kısıtlamalarını kaldırması beklentisi anlaşılan gerçekçi değil.
Konsey olsa olsa komisyonun önerdiği Kuzey Kıbrıs’a ekonomik destek paketini karara bağlayacak. Güney Kıbrıs’ın Türkiye’nin direncini denemek için bir gemisini Türk limanlarına göndermeye teşebbüs etmesinden kaygı duyanlar da var.
Konferansta yeni AB üyelerinin katılım müzakerelerinde görev almış olan kimseler deneyimlerini naklettiler. Başlıca tavsiyeleri gayet basit: Sabırlı olmak, galeyana gelmemek ve özellikle müzakerelerin başarısının karşılıklı güven ortamının sürdürülmesine bağlı bulunduğunu unutmamak.
* * *
AB ile müzakereler bütün ülkeler için çok çetin geçmiş. Örneğin, İsveç, Avusturya ve Finlandiya’ya da vaktiyle üyelik yerine başka bir ad altında ‘imtiyazlı ortaklık’ teklif edilmiş.
Müzakerelerin yönetimi için Türkiye’nin seçtiği ‘çok başlılık’ modelinin fazla tasvip görmediğini belirtmekte de yarar bulunduğunu zannediyorum. Tek başlı bir müzakere yapısının çok daha etkili olacağı kanaati hákim. Geçmişte ekonomik müzakerelerde tek elden koordinasyon eksikliğinin ne kadar karmaşaya yol açtığını unutmayalım.
Konferansta ele alınan konuların hepsine bu yazının boyutları içinde değinmem mümkün değil. Ancak bir noktayı vurgulamak istiyorum. Anayasa’nın reddi, siyasi liderlik noksanlığı, ekonomik durgunluk ve kamuoylarının tepkisi gibi nedenlerle istikbal vizyonunu kaybetmiş görünen AB şimdi Türkiye ile beraber Batı Balkanlar’daki ülkeleri de AB kapsamına almak politikasına yönelmiş durumda.
Türkiye’nin üyelik süreci, Balkan ülkelerinin üyelik süreciyle senkronize edilebilirse ileride tek bir liste üzerinde referandumlar yapılması Türkiye’nin çok işine gelir. Birçok ülkeyi reddetmek, tek bir ülkeyi reddetmekten çok daha zor.
* * *
Türkiye’nin bugünkü politik liderliğinin ve siyasi çizgisinin AB çevrelerinde genellikle takdir edildiği ayrıca kaydedilmelidir.
Ne var ki kurumlar arasındaki farklı yaklaşımların ve bürokrasinin bazı kesimlerindeki dünyaya kapalı zihniyetin sık sık soru işaretlerine yol açtığı da bir gerçek.