AYNI başlık altındaki geçen yazımda, Başbakan Erdoğan ile Başkan Bush arasında Washington’da 5 Kasım’da yapılan görüşmenin Türk-Amerikan ilişkilerinde yeni bir aşamayı yansıttığını belirtirken, Economist Dergisi’nin, bu görüşmede Kuzey Irak Kürt bölgesel yönetiminin tanınması ve PKK teröristlerine daha geniş af imkánı sağlanması konusunda da bir anlaşmaya varılmış olabileceğini ileri süren yazısını okumuştum.
Fakat buna bir spekülasyon ötesinde anlam vermemiştim. Nitekim birçok gazetenin, Economist’in yazısına çok geniş yer vermeleri üzerine Dışişleri Bakanlığı ve arkasından Başbakan haberi yalanladılar.
Economist kuşkusuz çok saygın bir dergidir, fakat bütün yazdıklarının doğru olduğuna inanmak gerekmez.
Onun yazıları da her zaman spekülasyondan yoksun değildir. Kaldı ki, derginin bahsettiği af konusunda zaten Türkiye’de geniş bir tartışma başlamış bulunuyor.
TSK’nın yüksek rütbeli temsilcileri, teröristleri dağdan indirmek ve PKK’ya katılımları önlemek zaruretine işaret ettiklerine göre, bu sonucu sağlayabilecek çarelerin araştırılmasından daha tabii ne olabilir?
* * *
Kuzey Irak bölgesel yönetiminin tanınmasına gelince; bu tanımanın ne ifade ettiğini vuzuhla saptamakta yarar vardır. Kuzey Irak’taki bölgesel yönetim, hukuken Irak’ın anayasasına aykırı değildir. Bölgesel yönetimin anayasada öngörülen statüsünün çok ötesinde fiili yetkilere sahip olması, Irak’taki siyasi belirsizlik ve kargaşanın bir sonucudur.
Yine de kuzey bölgesi ile temas kurmak, onun liderleriyle görüşmek, Kuzey Irak’ın ayrı bir devlet olarak tanınması sonucunu doğurmaz. Örneğin, Yunanistan ve İran’ın yaptıkları gibi kuzeyde bir konsolosluk açmaya karar verilirse "Exequatur"u Erbil değil Bağdat verecektir.
Bağdat Büyükelçimizin kuzey yönetimini ziyaret etmesi de hiçbir suretle "devlet tanıması" anlamına gelmez.
Aslında, Economist Dergisi’nin son sayısında, bizim için Irak’a ilişkin yazıdan çok daha önemli bir yazı vardı. "Hıristiyanlar neden bugünkü Türkiye’de kendilerini tehdit altında hissediyorlar" başlıklı bu yazıda, Hrant Dink’in öldürülmesi, Malatya cinayetleri ve Hıristiyanlara yönelik diğer saldırıların yanında, gayrimüslimlerin dini haklarına getirilen çeşitli kısıtlamalar ele alınıyor ve bu haklara riayet edilmedikçe Türkiye’nin AB üyeliğinin karşılaşacağı güçlüklerin altı çiziliyor.
Derginin görüşü değerlendirilirken 2007 yılında AB ile müzakere sürecinde bir iki başlığın ele alınması dışında zaten fiilen ilerleme olmadığı göz önünde tutulmalıdır. Kıbrıs ile ilgili 8 maddenin askıya alınmasına ek olarak Fransa’nın dayattığı yeni blokajlar yüzünden 2008 yılında da sürece yeni bir ivme verecek gelişmeler beklenemez.
Müzakere sürecini canlı tutmak için yapabileceğimiz tek şey, reform hareketini sürdürmek ve bu meyanda azınlıkların dini hakları ve vakıfları gibi konularda daha liberal bir yaklaşıma yönelmektir.
Ayrıca, AB istesin veya istemesin, dini bağnazlığın ve etnik milliyetçiliğin şiddeti tırmandırarak toplumumuzda daha büyük yaralar açmasını önleyecek tedbirlerin süratle alınması gerektiği aşikárdır.
* * *
Uzun vadede AB üyelik sürecinde büyük bir engel, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin tutumudur. Bu tutumda müzakere sürecinin toptan sona erdirilmesi sonucunu verecek taleplerde şimdilik bir ayarlama yapılmışsa da Sarkozy’den yeni sürprizler her an beklenebilir.
Son defa Vatikan’ı ziyareti sırasında laiklik konusunda yaptığı çıkış en başta kendi ülkesinde tepki doğurdu. Sarkozy şimdi "pozitif laiklik" taraftarı.
Ona göre pozitif laiklik, "düşünce ve inanç özgürlüğünü teminat altına alırken, dini bir tehdit değil, daha çok bir koz olarak görmelidir". Sarkozy’nin Vatikan’daki konuşmasının tam metnini okumak lazım. Bizim açımızdan çok ilginç çağrışımlara yol açacak bir konuşma!