AB zirvesinin Sonuç Bildirisi’nin Türkiye’ye ilişkin paragrafında "katılım" ve "üyelik" ifadelerinin çıkartılması için Fransa’nın diretmesi Türkiye’de büyük tepki ile karşılandı.
Sarkozy Türkiye’nin önünü kesmek amacı ile daha önce de bir Akil Adamlar Komitesi’nin kurularak AB’nin coğrafi sınırlarının saptanmasını istemişti. Bu girişiminde başarılı olamadı ve böyle bir komite değil, fakat sınırlar meselesi gündeminde bulunmayan ve yetkileri enerji, çevre ve terörle mücadele gibi konularla sınırlandırılmış bir "Düşünce Grubu" ile yetinmek mecburiyetinde kaldı.
Sarkozy 35 müzakere başlığından Türkiye’nin tam üyeliği ile bağlantılı saydığı beş başlığı da askıya aldırtmıştı. Aslında bu önlem ona Türkiye’nin üyeliğini istediği kadar bloke etmek imkánını veriyordu. Sonuç Bildirisi’nde "katılım" kelimesinin çıkartılması olsa olsa Türkiye’nin üyeliğine muhalefetinin bir kere altını çizmekten ve Türkiye’nin infialini tahrik etmekten başka bir işe yaramaz.
* * *
Şunu da belirmek gerekir ki Sarkozy’nin tutumuna biraz daha ılımlı yaklaşanlar yok değil. Onların görüşü şöyle: Fransa Cumhurbaşkanı’nın bugünkü bütün eylemlerini iç politika açısından değerlendirmek doğru olur.
Sarkozy’nin içerde stratejisinin başlıca hedefi radikal sağı temsil eden Milli Cephe’nin aldığı oyların tümünü kendisine çekmektir. Türkiye ve göçmenler konusundaki sert politikalarını bu açıdan izah etmek mümkündür. Sarkozy Türkiye söz konusu olduğunda AB zirvesinin sonuç bildirisinde "katılım" sözcüğünü çıkarmak için ısrar ediyor, fakat aynı zamanda yeni başlıkların açılmasını engellemiyor.
İktidara geldikten hemen sonra dış politikada Dışişleri Bakanı’ndan çok daha nüfuzlu olan Diplomatik Müşaviri’ni Ankara’ya gönderdiği ve onun, Türk hükümetine, "Ermeni Soykrımı"nı inkár etmeyi suç sayan yasa tasarısının Senato’dan geçmesinin engelleneceği teminatını verdiği unutulmamalıdır. Bu ılımlı görüşü benimseyenler bir ölçüde haklı olabilirler mi? Bunu zaman gösterecekir.
* * *
Türkiye’nin AB’ye katılım süreci müzakerelerin başladığı andan itibaren zaten ağır bir ipotek altındadır. Bunun tek nedeni tabii Fransa’nın tutumu değil. Gümrük Birliği’nin Güney Kıbrıs’a teşmil edilmemesi nedeniyle de sekiz başlık askıda ve bu sorunun çözülmesi imkánı gözükmüyor.
Türkiye sorunu aşmak için Kıbrıs’ta kapsamlı bir çözüm süreci başlatılmasına çaba harcıyor ve BM Genel Sekreteri’nin Güney Kıbrıs ile KKTC’yi yeniden müzakere masasına getirmesini talep ediyor. Oysa Genel Sekreter’in iki taraf da çözüm iradesi göstermedikçe bir atılım yapmaya hiç niyeti yok.
2008 Şubat’ında Güney Kıbrıs’ta yapılacak seçimlerin bugünkü siyasi tabloda büyük bir değişiklik yapması olasılığı da pek kuvvetli değil. Karşılaşılan açmaz son zamanlarda iki bağımsız devlet formülünün ağırlık kazanmasına yol açtı.
O kadar ki Güney Kıbrıs artık çok olası gözüken Kosova’nın bağımsızlığının Kıbrıs için emsal oluşturmasından ciddi endişe duyuyor. İki devlet formülü KKTC için kuşkusuz en ideal çözüm olur. Fakat Güney Kıbrıs’ın telaşı yersiz. Bugünkü düşünce modelimiz değişmedikçe böyle bir çözüm konusunda mesafe alamayız.
* * *
Bu karamsar tabloda müzakere sürecini dolaylı olarak etkileyen başka unsurlar da var, Ceza Kanunu’nun 301’inci maddesi ve azınlıkların dini hakları gibi. AB Komisyonu’nun 2007 İlerleme Raporu bütün bu konularda geçen raporlardan çok farklı değil. Reform sürecinin yavaşladığı özellikle belirtiliyor.
Tek olumlu gözlem 22 Temmuz genel seçimleri ve Cumhurbaşkanı’nın seçimine ilişkindir. Komisyon bu sonuçları Türkiye’de işleyen bir demokrasinin mevcut bulunduğunun kanıtı olarak algılamıştır. Bu önemli başarıdan ne yazık ki tam istifade edemiyoruz.
AB ile ilişkilerimizi olumsuz etkileyen çok önemli bir unsur da en sorumlu kişilerden gelen ve kamuoyumuzu etkileyen bitmez tükenmez AB aleyhtarı söylemlerdir. Kendi hatalarımızı görmeyerek karşılaştığımız sorunlarda AB’yi sürekli günah keçisi olarak göstermek acaba neye yarıyor? Sorumluluktan mı kurtuluyoruz?