Sipariş üzerine hazırlanan bir istihbarat raporu mu?
Paylaş
LinkedinFlipboardLinki KopyalaYazı Tipi
İSTİHBARAT servislerinin zaman zaman hükümetlerin siyasi amaçlarına hizmet eder nitelikte raporlar hazırladıkları kimsenin meçhulü değildir. Bu alanda CIA, özellikle sabıkalı sayılır.
Mart 2003’te Irak’a karşı girişilen saldırıdan bir süre önce, Dışişleri Bakanı Colin Powell, BM Güvenlik Konseyi’ne verdiği brifingde, bu saldırının haklı olacağını kanıtlamak gayesiyle, Irak’ın kimyasal ve biyolojik silahlara sahip bulunduğunu ve nükleer silah imal etme programını yeniden başlattığını, CIA’nın verdiği bilgilere dayanarak ileri sürmüştü.
Brifing sırasında CIA Başkanı da hiç renk vermeden arkasında oturuyordu. Oysa Powell daha sonra konseye asılsız bilgiler vermek mecburiyetinde bırakıldığını açıklamak zorunluluğunu hissetti. Irak savaşı başlayınca Başkan Bush, 16 istihbarat servisi arasında eşgüdümü sağlamak üzere bir Milli İstihbarat Konseyi (MİK) kurdu.
İşte bu konsey, 3 Aralık’ta sunduğu raporda İran’ın nükleer silah programını 2003’te durdurduğunu bildirerek herkesi şaşırttı. Çünkü daha 2005 yılındaki raporunda MİK tam tersini ifade ediyor, İran’ın bir an önce bir nükleer bomba imal etmek için yoğun çaba harcadığını belirtiyordu.
Bu iki rapor arasındaki çelişkiyi izah için Başkan Bush, iki sav üzerinde durdu: Amerikan istihbarat servisleri büyük bir keşifte bulunmuştu ve uluslararası toplumun İran üzerindeki baskısı etkili olmuştu! Büyük keşfin, İranlı subaylar arasındaki bir konuşma hakkında ele geçirilen bilgiler olduğu daha sonra anlaşıldı.
* * *
MİK’in raporu, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı Başkanı Baradei’nin daha önce ABD tarafından kuşkuyla karşılanan raporunu da tamamlıyor. Baradei, bunda İran’ın sayısı 3000’e varan santrifüjlerle uranyum zenginleştirme sürecine devam ettiğini, fakat bu programın sadece elektrik üretimine mi, yoksa aynı zamanda nükleer silah imaline de mi yönelik olup olmadığının saptanamadığını belirtmişti. Demek oluyor ki bu saptamayı şimdi MİK yaptı ve nükleer silah programının askıya alındığı sonucuna vardı.
MİK raporuna beklenebileceği gibi İsrail inanmak istemezken İran raporu sevinçle karşıladı. Başkan Bush ise ikircikli bir tutum sergiledi. Bir yandan rapordaki saptamayı politikasının başarısı olarak nitelerken diğer yandan İran’ın nükleer silah imal etmesine imkán verecek bilgilere sahip olduğunu, dolayısıyla tehdit bertaraf edilmediğinden İran’ın tehlikeli bir devlet olmaya devam ettiğini söyledi.
NATO ve AB dışişleri bakanları da 6 Aralık’ta, İran’a karşı diplomasi ve yaptırım baskısını kombine eden politikanın sürdürülmesi konusunda anlaştılar.
Bu karmaşık tablodan hareketle bir değerlendirme yapmak kolay değil. Ancak Irak’ta nisbi iyimserliğe yol açan gelişmeler ve Ortadoğu konusundaki Annapolis toplantısının arka planı göz önünde tutulduğunda, Bush yönetiminin iktidardaki son yılında daha esnek ve daha az ideolojik bir politikaya yönelmek istediği düşünülebilir.
Bu kapsamda Bush görevden ayrılmadan önce İran’a karşı bir hava ve füze saldırısının büyük olasılıkla artık gündemden düştüğü de ileri sürülebilir. Peki, bazı koşullar yerine geldiğinde İran’a karşı bir açılım politikası mümkün müdür? Olabilir. Churcill’in bir sözünü hatırlıyorum: "Amerikalılar her zaman doğru yolu seçerler, fakat bütün öbür yolları tükettikten sonra."
* * *
Amerika’nın İran politikasında şimdi değilse bile 2008’den sonra köklü bir değişikliğin Türkiye açısından sonuçları üzerinde fikir yormakta yarar vardır.
ABD’nin daha esnek politikası, kuşkusuz İran ile gittikçe gelişmekte olan ilişkilerimizde rahatlık sağlar. Bir açılım politikası ise ister istemez başka soruları akla getirir; özellikle Irak, genellikle de bölge dengeleri açısından.