PERŞEMBE günkü yazımda, 1923 Cumhuriyeti’mizin modernitesini belirleyen "ulus devlet- üniter devlet-laik devlet" ilkeleri konusunda Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’la "öz"de buluştuğum ama "biçim"de ayrıştığım yeri laiklik bağlamında açıkladım.
Şimdi ilk ikisine geleceğim, fakat "üniter devlet" üzerinde fazla durmayacağım.
Çünkü kendi hesabıma, köklü gelenekten süzülmedikleri takdirde federal yahut konfederal yapıların "her derde devá" (!) olduğuna inanmıyorum.
Nitekim, müteveffa Sovyetler Birliği; eski Yugoslavya veya Çekoslovakya; artı, şimdi de Belçika örnekleri göz çıkartıyor ki, o federalizm ve o konfederalizm sihirli reçete değildir.
Hele hele, netámeli coğrafyası zaten belli bir Türkiye için hiç mi hiç değildir.
Dolayısıyla, burada Başbuğ’la çelişkim yok ve hemen "ulus devlet"e geçiyorum.
* * *
TAMAM, sanki matah bir şeymiş gibi ha bre "geleneksel toplum" diye zırvalayan şu postmodern zamanlar altını aşındırdı ama, modern "ulus devlet" hálá somutluğunu koruyor.
Görünür gelecekte de varlığını sürdüreceğine ve şükür, alnımda "enáyi" yazmadığına göre, tabii ki ben de kendi "ulus devlet"imi sahipleneceğim. Onu korumakla yükümlüyüm.
Ama, hangi "ulus devlet"i sahipleneceğim ve bilhassa da, onu nasıl koruyacağım?
Buradaki "yöntem" konusunda Kara Kuvvetleri Komutanı’yla yine ayrışıyorum.
* * *
EN önce, savunacağımız o "ulus devlet"in "nüve"sinden yola çıkmamız gerekiyor.
Çünkü, Başbuğ da, ben de ne denli laik olursak olalım, Türkiye Cumhuriyeti’nin özü aslında tá 2. Abdülhamit’e uzanan "Anadolu’nun İslamlaştırılması" projesi üzerine oturur.
Ancak dikkat, burada söz konusu olan şey sofuca bir "dinileştirmek" eylemi değildir.
Buna karşılık, kafatasçı etnisite yerine, din eksenindeki ve temelindeki bir ayrışmadır!
Başka bir deyişle, kurucularının seküler, agnostik, háttá ateist olduğunu varsaysak bile, Cumhuriyet’imizin özünde de, mayasında da, harcında da "imáni aidiyet" dürtüsü vardır.
* * *
ÖYLE ki, Hamidiye alaylarından 1915 Tehcir’ine; Ankara’dan Lozan’a ve Mübadele’ye, "ulus devlet"in hem fikri, hem de fiili oluşum sürecini hep o aidiyet refleksi belirledi.
Nitekim, etnik Türk değil ama İslam olan Kürtler, Çerkesler, Araplar vs. Anadolu’da kaldılar da, büyük ihtimalle Türk soydan fakat Ortodoks dinden Karamanlılar veya Gregoryen inanca rağmen sırf Türkçe konuşan Ermeniler aynı yeri terketmek zorunda kaldılar.
Bunlara bir de Varlık Vergisi’ni, 6-7 Eylül’ü ve 1964 Kararnamesi’ni ekleyebiliriz.
Háttá ve háttá, Orgeneral İlker Başbuğ’un mensup olduğu kurumda, gayrımüslimlerin "stratejik" mevkilerde askerlik yapmasını engelleyen iç yönetmelikleri bile ekleyebiliriz.
O halde, evet, modern "Türk milleti" aslında, ezici çoğunluğu Osmanlı’daki "İslam milleti"ni kapsayan ve gayrımüslim "safra"yı (!) atan "ulus devlet" üzerinde inşa edilmiştir.
* * *
ANCAK, imparatorluktan "ulus devlet"e geçiş dev çetrefillik arzettiğinden ve hem günün koşulları, hem de çevre ülkeler pek farklı olmadığından, günáh çıkartmanın álemi yok!
Ne salya sümük ağlayacağız, ne de tüm bunları "yalan" diye inkára kalkışacağız.
Tarihi onaylayalım ve hálá "Yasin"ler (!) üreten menfûr şartlanmayı kıralım, yeter!
Ama bir; cumhuriyetin harcına hayati beton dökmüş olan "ortak din" paydasını hafife alırsak, laiklik kavramına ilişkin yeni tartışmalarda da "makûl" sonuca ulaşamayız.
Ve bilhassa iki; "öz"üne mutlaka titreyeceğimiz "ulus devlet" mazide etnik kimlikleri o "imani aidiyet"le bütün kılarak onları yatıştırmış ve bastırmış olduğu içindir ki, artık bunu kaldırmayan ve laik nitelik edinen aynı kimliklere şimdi yeni bir "biçim" sunmak zorundayız.
Konuyu salı günü Kürt sorunu çerçevesinde işleyeceğim.