Hadi Uluengin

Dil üstünde laiklik

15 Eylül 2007
İFTİHARLA açıklayabilirim ki, çok bilmişlerin "uydurma" demeye kalkıştığı o "laikçilik" deyiminin Türkçedeki mûcidi benim. En azından, yıllardan beri sıradanlaştırdım. Ama hadi burnu büyük davranmayayım ve uyarlama yaptığımı söylemekle yetineyim. Çünkü terim tabii ki mevcuttur ve de ukalá iddiaların aksine, uydurma falan değildir! Yahut, bütün dillerdeki kelimeler ne kadar "uydurma"ysa, işte o kadar uydurmadır. En başta da, bizzat "laik" ve "laiklik" kavramlarının olduğu ölçüde "uydurma"dır!

* * *

ÖYLE, zira Fransız Devrimi’ne dek "laik" sözcüğünün tek, ama tek bir anlamı vardı: Kelime, Katolik Kilisesi’ndeki ruhban sınıfına dahil olmayan bütün herkesi tanımlardı. Yani kim ki papaz, rahip, keşiş, zangoç vs. değildir, işte o "laik"tir. Nokta.

Ve neden sonradır ki Jakoben ülke lisánında anlam kayması gerçekleşip, "laiklik" kavramıyla din - devlet işlerinin ayrıştıran sosyo-politik sistem; "laik" ifadesiyle de o sistemi benimseyen yurttaşlar çağrıştırılmaya başlandı, her iki kelime de "uydurulmuş" oldu.

Nitekim, bizim de aynen oradan aldığımız bu terimler Fransızcayla özdeşleştiği içindir ki, Anglo-Sakson lisanlarda "laik" ve "laiklik" kavramlarının tam karşılığı yoktur.

* * *

İMDİİ, sapına kadar Fransevi olan ve gördüğümüz gibi, son tahlilde yine "yanlış" sayılması gereken "laik" ve "laiklik" sözcüklerine toz kondurmayacaksınız. Ama iş "laikçilik" ifadesine geldiğinde "uydurma" diye kıyameti kopartacaksınız.

Güler misin, ağlar mısın, çünkücüğüme bunların karşılığı Fransızca lûgatte yokmuş.

N’apim yahu, benim göbeğim Voltaire lisánıyla kesilmedi. Türkçe yazıyorum.

Onun dilinde bunların gerçekten olmadığını farzetsek bile ne değişir? Kaç yazar?

Eğer ben bir fikri, bir tarzı, bir olguyu yansıtmak ihtiyacını hissediyorsam; yani bizi şu an ilgilendiren çerçevede, evrensel açıdan ortalama kabul görmüş "laiklik" tanımını aşan bir durumu ifade etmek istiyorsam, ona en yakın olacağını varsaydığım kelimeleri icát ederim.

Yahut, madem öyle buyruluyor, uy-du-ru-rum! Evet evet, uy-du-ru-rum!

Tutar veya tutmaz o başka bir mesele ama, "dil" dediğimiz canlı organizma da zaten "tutmuş uydurmalar silsilesi"nin kurallaştırılmış şeklinden başka bir şey değildir!

* * *

ANCAK, haddini bilmezlik karşısında ortalık boş değil, iddiaların aksine "laikçi" ve "laikçilik" kavramları o yere göğe koyamadıkları Fransızcada da mevcuttur. Yaşamaktadır. İlkine "laicard" veya "laiciste"; diğerine ise "laicardisme" yahut "laicisme" denilir.

Bu olumsuzlamalar, laikliğin yukarıda belirttiğim şekilde aşırılaşmasını mecázi kılar.

Ama doğru, henüz lûgatte yer almamışlardır. Fakat yine ne değişir ki? Ne yazar ki? Bugün değilse yarın; yarın değilse öbürsü gün, akademik istimin bütün lisanlarda hayatın arkasından gelmesindeki gibi, dilbilimciler onları da kaydetmek zorunda kalacaktır.

* * *

NİTEKİM, yüzlerce, binlerce örneğin arasından hangi birini sayayım?

"Le Monde" ceridesinin "Fransız laikçiliğe Anglo-Sakson yorum" diye yayınladığı makaleleri mi? "Liberation" gazetesinin "laikçi Chirac sofu Sarkozy’ye vaaz çekti" diye attığı manşetleri mi? Yoksa, her iki kelimenin dile pelesenk edildiği ekran tartışmalarını mı?

Evet evet, sözcükler yaşayan Fransızcaya çoktan gir-miş-tir ve çoktan tut-muş-tur.

Çünkü, "laikçi" ve "laikçilik" deyimlerinin çağdaş Voltaire dilinde "uydurulması", Fransa’daki bir durumu, bir hissiyatı, bir tarzı ifade etmek ihtiyacından kaynaklanmıştır.

Tıpkı, aynı ihtiyaçtan dolayı bunların Türkçede de kavramlaşmasındaki gibi!

O halde, sorun cüretkárların iddia ettiği gibi bir lisán "uydurması"nda değil, "laik" ve "laiklik" kelimelerinin içerik tanımlanmasında yatıyor ki, bunu daha çok tartışacağız.
Yazının Devamını Oku

İman ve komplo

13 Eylül 2007
EL Kaide yapmamışmış. Hadi belki yapmışmış ama, onu zaten CIA yönetiyormuş.<br><br>Her halükárda, yapanı değil "yaptırtanı" (!) keşfetmek gerekiyormuş. En "mantıklısı" (!) dahi "karanlık açığa çıkmayacak" diye koca bir ünlem koyuyor.

Anladınız, 11 Eylül’ün altıncı yıldönümünde hálá gırla giden ve hálá kağıda dökülen, hálá ekrana gelen, hálá mikrofona yansıyan o bitmez tükenmez komplo teorilerini kastettim.

* * *

AÇIKÇASI, bu durum karşısında söylenebilecek fazla bir şey yok!

Bırakın ağzınızla kuş tutmayı; bırakın bütün meláneti sergilemeyi; bırakın tüm delilleri sıralamayı; "Cihad’ın altıncı sene-i devriyesi münasebetiyle" daha önceki gün yayınlanan son video dahil, bizzat Usame bin Ladin alçağının bilmem kaçıncı defa saldırıları "iftiharla üstlendiği" (!) görüntüleri karşınızdakinin gözüne soksanız, onu yine ikna edemezsiniz.

Ya "düzmece montaj" diyerek burun kıvıracaktır; yahut da "canım zaten CIA ajanı, tabii ki öyle konuşacak" diye bildiğini okumayı sürdürecektir.

Daha doğrusu, "iman ettiğini" sürdürecektir.

* * *

"İMAN", işte zaten tüm komplo teorilerinin kökeni de bu kelimede odaklanıyor.

Dikkat, sözcüğü sırf dini anlamda değil, "irrasyonel" dediğimiz türden "gayri mantıki" veya "mantık ötesi" bütün zihin sistematikleri için kullanıyorum.

Ama aslına bakarsanız, burada dile dini, yahut metafizik bir boyut devreye giriyor.

Öyle bir dinilik ve öyle bir metafizisyenlik ki, görünenin, bilinenin, işitilenin, ötesinde, her şeye kádir olan görünmez, bilinmez, işitilmez bir "güç"ün varlığına iman etmişsinizdir.

Mason locası, Siyonist lobi, Selánik dayanışması, tarikat ağı gibi dünyada ve bizde çok "klasik" (!) addedilen sözümona "kumpas örgütlenmeleri"ni (!) zaten geçiyorum.

Dolayısıyla, sizin meşrebinize ve yaşadığınız dönemlere göre, diyelim ki o iyi saatte olsunlar "güç" káh Hitler’i iktidara getirdiğine inanacağınız gizli bir "Staviska" teşkilátıdır.

Yahut Stalin’i devirmek için oluştuğunu söyleyeceğiniz Troçkist fraksiyon hücresidir.

Veya Havai’yi Japonlara kasten bombalattırdığına inacağınız ABD askeri istihbaratıdır.

Ve de üstelik, siz böylesine "cingöz" (!) sonuçlara ulaşırken herkesten daha fazla "rasyonel" ve daha fazla "mantıki" düşündüğünüz hükmüne varacaksınızdır.

* * *

TAMAM, ölü istatistikleri ve enkáz parçaları, 11 Eylül günü Musevilerin İkiz Kuleler’e gitmediği ve Pentagon’a uçak çarpmadığı yönündeki atmasyonlarınızı yalanlayabilir.

Tabii ki o "imani mantık"ınızdan taviz vermeyecek ve yeni "tez" geliştireceksiniz.

Afganistan’daki Sovyet işgaline karşı direnişte CIA’nin bin Ladin’i desteklediği; FBI’da fişli saldırganların kasten yakalanmadığı; kumpası, Müslümanlara savaş bahanesi arayan Hıristiyan-Yahudi lobinin düzenlediği yönünde, başka başka komplo teorileri üreteceksiniz.

Hülása, binbir kılıf uydurarak ve binbir dereden su getirerek, dini veya ateist ve maddi yahut manevi, o "her şeye kádir güç"e dair "iman"ı "mantiki" kıldığınızı sanacaksınız.

* * *

TEKRAR başa dönüyorum, bunun karşısında yapılabilecek fazla bir şey yok!

Zira, uhrevi veya dünyevi, komplo teorilerine iman da eninde sonunda bir imandır.

Ve ağzınızla kuş tutsanız, kendi öznel inanç ve tercihlerine göre baştan sonuca varmış olan o "iman"ların bunu doğrulamak için "keşfettiği" ve daima keşfedeceği; üstelik, "gizli", "kádir", "hükümrán" gibi bilinmezlik öğeleriyle donattığı bir "gaip"le aşık atamazsınız.

O halde sattım anasını gitsin, kabul kabul, ABD dünyayı fethetmek ve İslam’ı yıkmak için, CIA’nın manipüle ettiği bin Ladin vasıtasıyla 11 Eylül’ü kendisine karşı düzenledi.

Oh be şükür, geç ve güç oldu ama işte altıncı yıl nihayetinde ben de "iman" ettim.
Yazının Devamını Oku

Millet ve mantık

12 Eylül 2007
BRÜKSEL’de hükümeti kurmakla görevlendirilen, fakat dün belirttiğim gibi Belçika ulusal marşını ve bayramını dahi bilmediği ortaya çıkan Flaman Sosyal Hıristiyan Parti lideri Yves Leterme aynı zamanda, "milli aidiyet" dürtüsünün sonsuz çetrefil boyutunu yansıtıyor. Çünkü, söz konusu siyasetçi Flaman şovenizminde başı çekiyor ve Fransızca konuşan Valonlardan ayrılmak için strateji üretiyor ama, bilinçaltından kendi kimliğini de inkár ediyor.

Zira düşünün ki, "Yves" ismi gibi "Leterme" soyadı da sapına kadar Fransevidir.

* * *

EVET evet, zaten de biyografisinde okudum, Valon baba ve Flaman anneden doğan Belçikalı siyasetçi Voltaire lisanıyla büyümüş. Ebeveynlerinin evinde bu dil konuşulurmuş.

Üstelik yaşadığı köy tam Fransa hududundaymış ki, karşı fırına yürüyerek gidermiş.

Dolayısıyla, melez aile ocağı bir; çift lisanla yetişme iki; sınır boyu ruhiyatı üç, Sosyal Hıristiyan liderin aslında "Belçikalı" kimliğini sahiplenmesi en normal gelişmeyi oluştururdu.

Başka bir deyişle, tıpkı iki arada bir derede kaldıkları için o "Belçikalılık" tanımına en yakın duran Brükselliler gibi, güneyi ve kuzeyi bütünleyen; Felemenkçeyi ve Fransızcayı eşitleyen; Cermenliği ve Latinliği harmanlayan bir ulus bilincini sahiplenmesi gerekirdi.

* * *

OYSA tam aksine, pot üstüne pot kıran bu Yves Leterme bey yalnız frankofon ahaliyi "Felemenkçe öğrenecek entelektüel seviyeden mahrum olmak" suçlamasıyla aşağılamıyor.

Dobra dobra, şimdilik bir "taktik adım" olarak gördüğü "konfederal ayrışma"dan sonra, esas ve gerçek hedefinin Kuzey’in bağımsızlığı olduğunu söylüyor.

Üstelik, zaten "kahrolsun Belçika, yaşasın Flamanya" şiarını işleyen faşizan sağın o Kuzey’de ikinci siyasi güç olduğu düşünülürse, Leterme’nin partisi dahi "ılımlı" (!) kalıyor.

Varın "aşırı"sını siz tahayyül edin ve çelişkileri bu noktaya ulaşmış bir ülkenin daha ne kadar müddet "ulus-devlet" olarak varlık sürdürebileceği konusunda hipotez üretin.

* * *

İMDİİ, seçimlerden doksan gün sonra bile hükümet kuramadığı için görevi devretmiş olsa da yine "en güçlü adam" olarak kalan ve aslında "genel havayı" yansıtan Yves Leterme’nin yukarıdaki "ruhiyat çelişkisi"nden yola çıkarak şunları saptamamız gerekiyor.

Bir; demek ilkel kavmiyetçilik ve onun postmodern uzantısı olan mikro-milliyetçilik öylesine illet bir "mikrop" ki, 19’uncu asır kapitalizmin ilk gelişmiş olduğu ve artık 21’inci yüzyılın sanayi ötesi topluma ulaşmış bir insan topluluğunda dahi melánet saçmayı sürdürebiliyor.

Zira hiç şüphesiz, aynı dili konuştuğu ve aynı ırktan indiği Hollandalılarla dahi yıldızı barışmayan ve avuç içi bir coğrafyada "bağımsızlık" talep eden Flaman milliyetçiliği, klan ve din geleneklerini birbirlerine eklemleştirmiş kavmiyetçilikten başka bir şey oluşturmuyor.

* * *

ÖYLE ve zaten iki; düne kadar "her şey Flamanya için; Flamanya İsa için" şiarı etrafında o kavmiyetçiliği körüklemiş olan Katolik Kilisesi de bu din faktörüyle özdeşleşiyor.

Aslen köylü kökenli Kuzey sosyal Hıristiyanlarının bugünkü talebi tesadüf arz etmiyor.

Üç; o Flaman kavmiyetçiliğindeki motorun maddi yakıtını, zenginliği "öteki"yle; yani 177 yıldan beri aynı çatı altında yaşadığı insanlarla paylaşmamak bencilliği döndürüyor.

Bu açıdan da, İspanya’da Baskların ve Katalanların; Büyük Britanya’da İskoçların ve kısmen Gallilerin; İtalya’da ise Lombardiyalıların muhterisliğiyle aynı kapıya çıkıyor.

Ve yukarıdaki olguya paralel olarak da nihayet dört; manevi planda mutlaka "kader birliği"ni gerektiren "ulus bilinci" öylesine çetrefil bir şey ki, ismi, soyadı ve aile dili bile Fransızca olan Leterme, bunlara yüz seksen derece zıt bir mikro-milliyetçiğe soyunabiliyor.

"Aidiyet dürtüsü"
nü hálá ve hálá irrasyonel faktörler belirlemeye devam ediyor.

Zaten de, Belçika’nın artık mukadder gözüken bölünmesi mantıkla asla bağdaşmıyor.
Yazının Devamını Oku

Bayramsız devlet marşsız ulus

11 Eylül 2007
BELÇİKA milli bayramı 21 Temmuz gününe denk gelir. Uzun, kanlı ve pahalı Napolyon savaşlarından ağzı yanan büyük devletler Viyana Kongresi’nden sonra İngiltere, Prusya, Fransa ve Hollanda arasında yapay ve tampon bir ülke oluşturmaya karar verip onun tahtına, "ben böyle cüce bir saltanata mı láyığım" diye önce epey nazlanan bir Cermen soylusunu 1831 yılında 1. Leopold námıyla oturtmuşlardır ki, işte yeni kralın taç giydiği tarih yukarıdaki bayramı oluşturur.

İşte aynı Belçika’da bu yıl, aynı bayrama ilişkin olarak şöyle bir "vukuat" gerçekleşti.

* * *

O milli bayram arifesindeydi ki, hin gazeteciler, son 10 Haziran seçimlerinden büyük zaferle çıktığı için hükümeti kurmakla görevlendirilen Flaman Sosyal Hıristiyan Parti lideri Yves Leterme’ye şu soruyu yönlendirdiler:

"21 Temmuz tarihi sizin için ne ifade ediyor?"

Söz konusu Flaman milliyetçiliğinin "yılmaz savunucu" olan siyasi lider ıkındı, sıkındı; bir düşündü, iki düşündü; kameraya baktı, önüne baktı ve nihayetinde de, "hatırlayamadım" dedi.

Evet evet, müstakbel başbakan yöneteceği ülkenin milli bayram tarihini bilemedi.

Fakat olay bu kadarıyla da bitmedi.

* * *

BİTMEDİ, çünkü potu yakalayan hin gazeteciler işi tam hinoğlu hinliğe vardırdılar.

Tekrar fırsat kolladılar ve aradan bir müddet geçtikten sonra, yine kameralar önünde Leterme’ye "Belçika’nın milli marşı nedir" sorusunu yönelttiler.

Önceki "unutkanlığından" dolayı canı fena halde sıkkın olan Flaman lider, "papaz her zaman pilav yemez" diyormuşçasına, bu defa müstehzi bir edáyla objektiflere baktı.

İstenmemiş olduğu halde de mikrofonda marşın nakaratını söylemeye başladı:

"Haydin vatan evlátları / Zafer günü geldi çattı / Mazlumdan zalime karşı / Kanlı sancak kalktı".

Ne mutlu değil mi, işte geleceğin Belçika başbakanı milli marşı televizyon ekranında tek başına heceleyecek kadar ulus aşığıdır ve böylelikle de atasını teláfi etmiş olmaktadır.

Fakat heyhat, kazın ayağı hiç mi hiç öyle değil!

* * *

DEĞİL, çünkü yukarıdaki marş Belçika milli marşı değil!

Adıyla sanıyla o pek ünlü, o çok meşhur, o sonsuz evrensel "La Marseillaise" ki, bunun Fransız milli marşı olduğunu her halde Amazonya yerlisi ve Tibet rahibi dahi bilir!

Ama işte, Benelüks Krallığının en önemli politikacısı bilmediği gibi; inanılmaz ölçüde daha vahimi, başka bir ulusun simgesini kendi ulusunun simgesini sanıyor.

Milli bayram tarihine ilişkin "unutkanlığını" (!) teláfi etmeye kalkıştığında, kaş yapacağım derken, bu defa tam anlamıyla göz çıkartıyor.

Ve de söz konusu şahsiyet Belçika devletinin başbakanı olmaya hazırlanıyor.

Böyle bir "ulus - devlet" olabilir mi ve de onun sürekliliği tahayyül edilebilir mi?

Hayır olamaz ve edilemez!

* * *

MEVCUT olamaz, hayal edilemez ve zaten yukarıdaki anekdotları da durumun vahámetini vurgulamak için aktardım.

Evet, kuruluşundan 177 yıl sonra, Belçika şimdi gerçekten "yok oluşa" doğru gidiyor.

Muhtemeldir ki, Serbest İrlanda bağımsızlığı hariç, modern zamanlar tarihinde ilk defa, Batı Avrupa siyasi coğrafyasında bir bölünme ve bir doğumlar süreci yaşanacak.

Aslında bütün bir kıtayı etkilenesi ihtimalinden dolayı, konuyu yarın da işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku

Magazin yaz

9 Eylül 2007
Özel jetinizle, müstesna yaz malikánenize gidiyorsunuz. İnişte de bir dilberin kullanacağı spor otomobilinize biniyorsunuz. Paparazzi flaşlarına yakalanmamak kaygısıyla hem tenteyi kapatıyor, hem güneş gözlüklerinizi takıyorsunuz. Sonra uçağınız gerçekten iniyor ve kemerlerinizi bağlayın ışıkları yanıyor. Kendinizi bir dolmuş uçakta, kıytırık bir tatil kasabası yolunda buluyorsunuz.

Belli, artık iyiden iyiye yaşımı başımı almışım. Daha açıkçası, ihtiyarlamışım. Her halükárda, "demode adam" kategorisine girdiğim kuşku götürmüyor.

Bunu tanımlamak için hani şimdilerde "out" kelimesi kullanılıyor ya, işte öyleyim.

Neden mi?

Efendim şundan ki, tek satır "magazin basın" okumuyorum. Daha doğrusu, okuyamıyorum. N’apim, içimden gelmiyor.

Sittin sene var ki, İngilizce’de "people" denilen ve falancanın yaşadığı dehşet aşkı, filancanın boynuzladığı kaknem flörtü veya fişmekánın giyindiği açık dekolteyi kapı gibi manşet ve pabuç gibi fotoğrafla duyuran o günlük, haftalık, aylık dergilere bakmadım.

Yani, şu şarkıcının nerede fink attığı; bu soylunun nasıl bedbaht yaşadığı; o artistin niçin estetik yaptırdığı konusunda sayfa sayfa "bilgi" (!) veren neşriyata sonsuz yabancıyım.

Fakat inkár edecek değilim, çocukluğumda, hatta belki ilk yetişkinliğimde; Ağa Han’ın Saint Tropez sahilinde kaç beygirlik bir "Riva" motorla dolaştığı; veya, Baron von Opel’in Davos’ta Prenses Süreyya’yı hangi sarışın aşifteyle aldattığı; yahut da soprano Maria Callas’ın uzatmalı sevgilisi Aristotle Onassis’e yat güvertesinde neden Osmanlı tokadı nakşettiği konularını işleyen dergilere, daha doğrusu dergi sayfalarına göz attığım olurdu. Ama dediğim gibi, hanidir ve hanidir bitti.

Belki belki, dişçinin bekleme odasında zangır zangır titreyerek birazdan başlayacak işkenceye hazırlanırken, korkumu bastırmak için sayfaları şöyle bir çevirdiğim oluyor.

Hepsi o kadar ve de kapik vererek bayiden satın aldığımı hatırlamıyorum. Halbuki?

TATİL GELDİ; MAGAZİN COŞTU

Halbukisi şu ki, Fransızların anlı şanlı "Le Monde" gazetesi dahi hafta içinde yarım sayfa haber yapmak ihtiyacını hissetti. Meğersem, zaten genelde çok satan o "people" dergiler tatil geldi miydi, tam anlamıyla zirveye çıkıyorlarmış.

Bütün yaz boyu tirajlar öyle bir fırlıyormuş ki, tıkış tıkış charter uçakların kalktığı havaalanı bayilerinde; yahut istif istif kumsalların dolduğu sahil kasabalarında, bilûmum "magazin basın" daha tezgaha ulaştığı an, kapanın elinde kalıyormuş.

Hatta bazı dergiler, bilmem kim bilmem kiminle kırıştırırken çekilmiş olan ve "scoop" niteliği taşıyan bir paparazzi fotoğrafını rakip atlatarak yayınlayabilmek için, olağan günlerinden önce piyasaya sürülüyormuş.

Üstelik de bu "ebediyat"la (!) ilgilenmek artık pek bir moda, yani yukarıdaki "out"un tam zıddına, müthiş "in"miş.

Eh, normaldir.

ÖZEL JETLE YOLCULUK

Normaldir, çünkü diyelim ki, şıpıdık plaj terliklerini pedikürsüz ayaklarına daha şimdiden geçiren ve beline geçen yaz kalp şekliyle çizdirttiği dövme mutlaka gözüksün diye de en kısa naylon bluzunu giyinen sevgilinizle birlikte, uçak; artı yatak; artı kahvaltı; artı çay; artı susamlı kraker; artı Sulukule animasyonu, harcıálem katalogdan seçtiğiniz ama deniz kıyısına uzaklığı konusunda bazı tereddütler beslediğiniz bir beldede tatile gitmenin mutluluğuyla titriyorsunuz.

Önünüzdeki koltuklara, arsız ve sümüklü çocuklarının reaktör sesini bile bastıracak derece viyaklamasına hiç mi hiç tınmayan bir familya çökmüştür.

Arkada da, hostesin biraları yetiştiremediği bir ayyaş grubu şarkı söylemektedir.

Sizse, uçak daha fazla yolcu alsın diye mesafesi artık tek karışa indirilmiş o iki koltuk arasına bin bir zahmetle dizlerinizi yerleştirmeye çalışırken, sahil şeridinin hafiften hafife görünmeye başladığını lombozdan aşağı bakmıyorsunuz.

Hayır, iyiden iyiye horuldayarak şimdi başını omzunuza dayayan ve uyuklar profiliyle gözünüze her zaman bile daha çirkin gözüken sevgilinize de bakmıyorsunuz.

Peki, neye bakıyorsunuz?

Tabii ki, bilet kontrolünü geçmeden önce aldığınız "people" magazine bakıyorsunuz.

Ve kuşe kağıda basılı fotoğraflarda görüyorsunuz ki, öyle dolmuş uçakla kıytırık bir tatil kasabasına falan değil, kendi özel jetinizle, müstesna yaz malikánenize gidiyorsunuz.

İnişte de, havalandırma tertibatı çalışmayan otobüse değil, yanınızda uyuklayan kaknem kadına hiç benzemeyen bir dilberin kullanacağı spor otomobilinize bineceksiniz.

Ama sarı çizmeli Mehmet Ağa olmadığınız için de, paparazzi flaşlarına yakalanmamak kaygısıyla hem tenteyi kapatacak, hem güneş gözlüklerinizi takacaksınız.

Yani, elinizdeki o "magazin basın"ın o "kahraman"ı olarak tatile çıkacaksınız.

Sonra, uçağınız gerçekten iniyor ve kemerlerinizi bağlayın ışıkları yandı.

Kaknem sevgili de esneyerek uyandı. Şıpıdık terlikleri tekrar ayaklarına geçirdi.

Öndeki sümüklü çocuk "Baba şişirilmiş ördek de al" ve arkadaki sarhoş grubu "Ahmet mayosu yarım. Tramplene çık, atlayalım" diye anırmaya başladı.

Hostes, "Püf, püf, acente otobüsleri terminale geç gelecek" anonsunu yaptı.

Eh, ulaşılmaz efsaneler ve erişilmez hayaller üreten ve üretmek zorunda olan "people" basın ve "magazin dergiler" yaz tatillerinde tiraj patlaması yapmasın da, ne zaman yapsın?
Yazının Devamını Oku

Operadaki Batı

8 Eylül 2007
OPERA kültürüm yoktur. Ama hadi yine de, sıfıra sıfır, elde var sıfırdır demeyeyim.<br><br>Fakat işte en kabadayısı, sonsuz harcıálem ve sonsuz kolay şeyleri çıkartabilirim. Belki belki, bir Verdi "Aida"sından düoyu veya bir Puccini "La Bohem"inden "Mimi" tanıdığım váki olabilir. Hepsi o kadar!

Çok muhtemeldir ki, Wagner’in "Parsifal"ini işittiğimde bunu Strauss’un "Salome"si sanıp hem bir çuval inciri berbat ederim, hem de bilhassa kulak cehaletimi ortaya koyarım.

* * *

OYSA klasik Batı müziğini "meloman" denilen türden bir aşkla sevdim. Seviyorum.

Nitekim, uzak baroklardan çağdaş eloktro-akustiğe hemen her şeyi dinlediğim gibi, bunların plak ve CD’lerinden oluşan ve üzerine titrediğim ciddi bir diskoteğim de var.

Ancak, iláç için tek bir operaya; daha doğrusu, hani şu süper-market reyonlarında bini bir paraya satılan o pek popüler "vülgarizasyon" havalarından birine dahi rastlayamazsınız.

Bu "eksikliğim" (!) nedenleri hakkında da epey düşündüm.

* * *

SANMIYORUM ki operaya karşı duyduğum "alerji" (!) kulağımın insan sesine "yontulmamış" (!) veya terbiye edilmemiş olmasından kaynaklansın.

Çünkü kendi musikimizdeki doyumsuz gazelhanlar, hanendeler, mevlithanlar zaten bir yana, Bach kantatlarından gregoryen iláhilere, aynı sesi yücelten Batı müziğine de tapınırım.

O halde demek ki, operayla yıldızımın barışmaması daha derinlerde bir boyut içeriyor.

Evet evet, ben, edebi kurgunun ahenkli ve müzikal insan sesiyle sahneye yansıdığı "görsel- işitsel" geleneğe sonsuz yabancıyım.

* * *

ÖYLE, zira ben yukarıdaki geleneği tá Ortaçağ’dan inşa etmiş bir İngiliz "hellequin"; bir İtalyan "madrigale"; veya ne bileyim, bir Oksitan "trobador" kültürüne de yabancıyım.

Bilhassa da, daha genel olarak, Pagan-Hıristiyan "karnaval" kültürüne çok uzağım. Artı, bırakın bunları, yine aynı operanın "olmazsa olmaz"ları arasında yer alan dekorasyon, makyaj, maske, koro; háttá lirizm unsur ve temaları da bende yok!

Zaten tanımları dahi ancak Batı kökenli kelimeler kullanarak ifade edebiliyorum.

Kolektif hafızamda mevcut değiller. Zenne, ortaoyunu, atışma da benzer şey değiller. Ve çok muhtemelen de burada, toplumsal açıdan göçebe köken ve dinsel açıdan kadınsız mekán unsurları hayati rol oynuyorlar. Bilinçaltında belirleyicilik arzediyorlar.

İşte dolayısıyla, benim o Batı musikisini sevmem de ancak bir yere kadar ulaşabiliyor.

Yani, operayla aramın olmaması; işin içine Çin, Cava, Japon operaları gireceğinden hadi illá "Doğuluyum" demesem bile, en azından Batılı ol-ma-mam-dan kaynaklanıyor.

* * *

HERHALDE anladınız, bütün bunları önceki gün vefat eden ve bütün zamanların en büyük tenoru addedilen Luciano Pavarotti’nin ölümünden dolayı yazdım.

Sanatçıya ne mutlu ki, dünya medyasında ilk haber olmaktan, sırf anavatanı İtalya’da değil Avusturya operasında dahi bayrakların yarıya indirilmesine, evrensel bir hüzünle anıldı.

O halde, aslına bakarsanız benim de bambaşka bir şey yazmam gerekirdi.

Ses tonunu, sahne karizmasını, háttá para düşkünlüğünü işlemem daha uygun olurdu.

Ama yapamıyorum, çünkü operayı, dolayısıyla da Pavarotti’yi hakkıyla bilmiyorum.

* * *

FAKAT onun ölümü sayesindedir ki bir şeyi tekrar daha iyi ve daha çok biliyorum:

Batılı ol-ma-dı-ğı-mı!

Şimdi bana Allah’tan rahmet dilemek ve kulak terbiyem belki biraz gelişir diye de, Mozart’tan söylediği o çok popüler "Figaro’nun Düğünü"nü dinlemek kalıyor.
Yazının Devamını Oku

Numaracılık mı

6 Eylül 2007
"NUMARACI" kelimesini mecázi anlamda kullandığımız zaman ne demek isteriz?<br><br>Tabii ki, söz konusu şahsın esas gerçeği sakladığını çağrıştırırız. Amacını gizlemek için yalan söylediğini, rol yaptığın, riyakár davrandığını kastederiz.

İşte, bir defa daha çamur at izi kalsın taktiğine başvuran "statüko zaptiyeleri" de, demokraside, özgürlükte ve sivillikte gerçekleşecek nitelik sıçramasını "İkinci Cumhuriyet" deyimiyle sıfatlandıranlara "numaracı" yaftasını yapıştırırken, aynen bunu kastediyorlar.

* * *

YANİ demek istiyorlar ki, bu "ikinciciler" aslında "cumhuriyetçi" falan değildirler.

En azından, 1923 Cumhuriyet’inin köküne kibrit suyu ekmek peşinde koşmaktadırlar.

Numaralandırmayı da, birinciyi tasfiye için siper ve "takiyye" olarak kullamaktadırlar

Yalan! Kuyruklu yalan! İftira!

* * *

EVET yalan, çünkü insaf, Türkiye’de padişahlığın dönmesini isteyen kaç kişi vardır?

Devede kulak marjinallerin dışında hangi meczûp bunu bir "siyasi proje" diye sunar?

Hadi sundu, etrafına kaç taraftar, kaç partizan, kaç mürit toplar?

Dolayısıyla, "statüko zaptiyeleri"nin demokrasi, özgürlük ve sivillik yandaşlarına "numaracı" diyerek onların "cumhuriyetçi" olmadığı söylemesi bir hezeyan oluşturuyor.

Böyle bir saçmalığa láf yetiştirmeye çalışmak ise ancak boşa satır karalamak olur.

Peki o halde, "İkinci Cumhuriyetçiler"in "birinci"yi yıkmak amacıyla "numara yaptığı" ve esas emellerini gizlediği iftirasında bir nebze doğruluk payı varmı m?

* * *

YİNE hayır! Yine asla! Yine katla!

En önce şunu tekrar tekrar ve döne döne vurgulayayım:

Gerek "Cumhuriyet Devrimi"miz, gerekse onun lideri Kemal Atatürk sırf Türkiye ve İslam Álemi nezdinde değil, dünya çapında da büyük bir "öncü" ve büyük bir "emsál"dir.

İnkára, tevile, küçümsemeye yeltenen çarpılır. Biz hem devam, hem de devamcısıyız.

Nitekim, o "Cumhuriyet"in ve o Kemal’in ürünü olan bu satırlar yazarı da ne gökten zembille indi; ne de yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmeyen civciv misáli haram süt emdi.

Dolayısıyla, "İkinci Cumhuriyetçiler"in "Kurucu Cumhuriyet"i reddederek laik, üniter, sosyal ve demokratik hukuk devletini dinamitlemek istediği iftirası da tümden yalandır.

Bir defa daha haykırayım, "1923 Cumhuriyet"i "t-e-m-e-l"dir ve de "e-s-a-s"tır !

* * *

ANCAK seksen dört yıldan beri hayat da, dünya da, Türkiye de değişti. Sonsuz değişti.

Çok kavimli imparatorluktan rötarlı ulus - devlete geçerken ve üstelik totalitarizmlerin yükselik çağında kurulmuş olan o "Birinci Cumhuriyet" günümüze cevap veremiyor.

Veremez de! Bunu beklemek, ummak, hele hele iddia etmek saçmalıktır.

1923’ü reddetmek ne denli abesse, onu durağan ve tabu kılmak da o denli abestir.

Ve şimdi, yukarıdaki ana öğelerin ruhuna harfiyen sadık kalmak kaydıyla, demokratik sıçrama yapan ve devlet - birey ilişkisini sivilleştiren bir "restorasyon" gerekmektedir

* * *

DİKKAT restorasyon dedim, yani eskiyi yıkmaktan değil yenilemekten söz ediyorum.

Zaten "İkinci Cumhuriyet"le kastedilen şey de işte bu yenilenmenin tá kendisidir.

Devamlılık kesindir! Fakat aşıcı, yükseltici ve yüceltici bir devamlılık söz konusudur.

Diyelim ki temeli, iskeleti, cephesi aynı kalacak binanın odalarını feráh fezá genişletmek; elektrik, su, gaz tesisatını değiştirmek; badanayı, sıvayı, parkeyi pırıldatmaktır.

Ve eğer "statüko zaptiyeleri" hálá "numaracı cumhuriyetçi" iftirasını atmayı sürdürecekse, bari o numarayı tüm ulusun ikámet edeceği gıcır gıcır yapının kapısına assınlar.
Yazının Devamını Oku

Cumhuriyet numarası

5 Eylül 2007
"NUMARACI cumhuriyetçiler"!<br><br>Malûm, demokraside, sivillikte ve özgürlükte nitelik sıçramasını tanımlamak amacıyla Mehmet Altan’ın siyaset lûgatine malettiği "İkinci Cumhuriyet" terimi yerleşiklik kazandı. Ancak, vay sen misin buna cesaret eden, post kaygısına düşen "statüko zaptiyeleri" o demokrasi, o özgürlük ve o sivillik savunucularına yukarıdaki deyimle lánet yağdırır oldular.

Yani, "numaracı cumhuriyetçi" diyerek sözümona kelime oyunu yapıyorlar.

Bir; rejimin sayısal sıfatla donatılamayacağı konusunda ahkám kesmeye kalkışıyorlar.

Ve tabii bilhassa iki, mecázi bir "numaracı" láfı kullanmakla, bu satırlar yazarı dahil, evrensel demokrasi yandaşlarının 1923 Cumhuriyeti’mizi yıkmak istediği iftirasını atıyorlar.

Zeká seviyesine ve mizáh gradosuna kitakse ki, eh, güler misin, ağlar mısın?

* * *

ÖYLE, çünkü yalap şalap mürekkep yalayıp Şark’ta muteber "aydın" (!) kesilenler en başta, söz konusu "statüko zaptiyeleri"nin fikir ve bilgi bab’ında tıntın olduklarını; dolayısıyla da ancak küfür, iftira, ihbar ve bedduadan medet umduklarını Bursa’daki sağır sultan dahi biliyor, görüyor ve okuyor ama, yine de cehaletin bile bir azámi sınırı var!

Ne demek "numaracı cumhuriyetçi"? Bunu kullanmak kimin haddine?

Sanki zıt şeylermiş gibi, aynı "statüko zaptiyeleri"nin kasten karşı karşıya getirdiği "demokrasi-cumhuriyet" ilişkisi ve bütünlüğünü şimdilik başka bir yazıya bırakıyorum.

Ama önce "numara" kelimesinin gerçek anlamından başlayalım ve yaldızı kazıyalım

Yani, rejimlerin sayıyla sıfatlandırılamayacağı yönündeki yalanı berhava edelim.

* * *

EVET evet, bir, üç, beş her neyse, cumhuriyetler de nu-ma-ra-lan-dı-rı-lır!

Bunun gerçekleştirilmesi ise esas olarak radikal bir dönüşüme paralel seyir izler.

Nitekim, şimdi sayıyorum:

* * *

1792 biir; 1848 ikii; 1870 üüç; 1946 döört ve 1958 beeş, söz konusu cumhuriyetin kundağı, beşiği veya anavatanı addedilen Fransa bugün işte onun be-şin-ci-si-ni yaşıyor.

Sonra, 1873, 1931 ve 1939 Franco’sununki dahil, İspanya’da da üç cumhuriyet oldu. Portekiz’de ise 1910 ve 1926 ertesi, 1974’den beri yine bir üçüncüsü hüküm sürüyor.

Háttá bunlara, rakam yerine isim kullanılan ve tarihçeleri çok yeni olan bir Almanya’da "Weimar", "3. Reich" ve "Bundesrepublik" ayrışmalarını; yahut İtalya’da Mussoli’nin "Sosyal" ve Roma’nın "İtalyan" cumhuriyetlerini de ekleyebiliriz.

Zaten Batı Avrupa’nın diğer ülkeleri de hemen hemen tümüyle kraliyet oluşturuyorlar.

* * *

EEE, hani cumhuriyet numaralandırılamazdı? Hani onu rakkamlaştırmak "günáh"tı?

İşte gördük, zaten Batı patentli olan ve nitekim bizim de ondan aldığımız cumhuriyet aynı Batı tarafından dizi dizi sayılaştırılıyor. Kimse bunda "suç" ve "ihanet" (!) keşfetmiyor.

Bazen kesintilerden, bazen de değimlerden dolayı tasnif ve kategorizasyona gidiliyor.

Fakat iş Türkiye’ye gelince, tereciye tere satmaya kalkışan ve başkasından aktarılmış bir sistemde dahi "biz bize benzeriz" ideolojisini empoze eden "statüko zaptiyeleri" sanki "Allah birdir" der gibi, "cumhuriyet tektir, numarası olmaz" diye yaygara kopartıyorlar.

Oysa üstelik o Türkiye, yukarıdakilerin çoğuyla kıyaslanamayak biçimde, yarım asırdan az sürede rejimi cebren devirmiş bilmem kaç askeri darbenin de ülkesini oluşturuyor.

Ama yook, siz ez kázá demokrasinin, özgürlüğün ve sivilliğin nitelik sıçramasını "İkinci Cumhuriyet" diye mi tanımladınız, cahil cüretiyle babalanan "zaptiyeler" ağzınıza biber sürmeye ve de alnınıza "numaracı cumhuriyetçi" iftirasını yapıştırmaya yelteniyorlar.

Mecázi "numaracı" sözcüğündeki bu rezil iftiranın ipliğini yarın pazara çıkartacağım.
Yazının Devamını Oku