MALÛM, Evliyá Çelebi on ciltlik o ünlü "Seyahatname"sinde, başta sevgili Rumeli’miz olmak üzere, Karadeniz’in iki yakasından Macar ovalarına ve Anadolu steplerinden Arabistan çöllerine, bütün bir imparatorluk coğrafyasından kesitler yansıtır.
Háttá hızını alamaz ve gittiğini uydurarak, Felemenk ve İsveç’i bile tasvire kalkışır.
Ama buna karşılık, Akdeniz’e, yani "Bahr-i Sefid"e şöyle bir dokunmakla yetinir.
Şimdi hatırlayabildiğim kadarıyla, Halep’e inerken "ahálisi Arap ve Rumdur" diye geçiştirdiği İskenderun; artı, az biraz Muğla - Bodrum ve çok kısmen Ege adaları, aynı "Bahr-i Sefid" meşhur gezginimizde ancak diş kovuğuna kaçacak kadar bir yer tutar.
Her halükárda, Garplı veya Şarklı dönemin tüm seyyahları gibi atmasyona kaçmış olsa da, Çelebi sayesinde Tuna balıklarının veya Şattül Arap teknelerinin adlarını öğrenebilirsiniz.
YUKARIDA balık dedim de aklıma geldi. Tatlısuda yaşayanları hariç, kaç tane deniz mahluğunun Türkçe adını sayabilirsiniz? Bir elin, taş çatlasa iki elin parmaklarını geçmez!
Hemen hepsi ya olduğu gibi Yunancadan, ya da deforme edilerek dilimize girmiştir.
Fakat buna karşılık, aynı Türkçedeki denizcilik deyimleri; özellikle de yelkenli gemi terminolojisi, haniyse yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz oranında İtalyancadır.
İngilizceden sirayet etmiş olanlar neden sonraya, buharlı kazanın icádına uzanırlar.
* * *
EVET balık isimlerimiz Helencedir, zira biraz Karadeniz hariç balıkçılık son döneme, háttá 6 - 7 Eylül 1955 pogromuna dek, İstanbul’da dahi esas olarak bir Rum mesleği sayılırdı.
Yaşı ellinin üzerinde olanlar, en canlı lüferin Stavro’nun Yenikapı kumsalına çektiği kayıktan; en baba palamut(i)nin Yorgo’nun İstinye iskelesine bordalağı filikadan; en kıvamında torik lákerdanın da Vangel’in dilimlediği Pasaj tezgáhından alındığını iyi bilirler
Zaten bilmeyenler de Sait Faik okusunlar, hemen öğrenirler.
* * *
SONRA, deniz lügatimiz de İtalyancadır, zira cennetmekán ecdádımız ilk donanmayı, tersane bab’ında Bizans’ı geçen ve Venedik’e karşı bizle birleşen Cenevizlilere inşa ettirmiştir
Dolayısıyla da, leventlerimiz yeke tutmayı ve yelken basmayı onlardan öğrenmiştir.
Ve o leventlerimiz ki, bazısı Rum, háttá Latin "dönme"dir ama, çoğu da Türkmendir.
Oysa, göçebelikten yerleşikliğe; hele hele deveden kadırgaya geçiş çok zor olmuştur.
Zaten "yürümek"ten "yörük",toprak ve merá mükáfatına rağmen çarık ıslatmak için dahi sahile inmeyen aynı göçer hep ova-yayla arası "pirelendiği" içindir ki, Payitaht son çare olarak onları metazori ya tayfa devşirmiştir, ya da Kıbrıs ve Rodos’a iskán etmiştir.
Başka bir deyişle, deniz bizde "gönüllü" değil hep "angarya" işi addedilmiştir.
Dolayısıyla, bırakın balık isimlerimizin Rumca ve deniz terimlerimizin İtalyanca köken taşımasını; bırakın Çelebi’nin "Bah-i Sefid"e láf olsun kábilinden değinmesini; eğer ondan tam dört yüzyıl sonra dahi, Bodrum sürgününe gönderilen Cevat Şakir Muğla’dan Akdeniz’e inen tek bir keçi patikası bile bulamadıysa, ortada tesadüfi bir şey yoktur.
Hepsi birden, kıta insanı olan biz Türklerin denizle, özellikle de Akdeniz’le çok uzun süre barışık yaşamadığımızın ve her halükárda da, onunla özdeşleşmediğimizin delilleridir.
* * *
TÜM bunları, Sarkozy’nin kafasında zuhur eden ve AB’ye láyık görmediği için de Ankara’ya orada "temel" (!) rol biçen şu "Akdeniz Birliği" projesinden dolayı hatırladım.
Paris Cumhurbaşkanı yine olmayacak duaya amin diyor. Yine áfaki plan yumurtluyor.
Konuyu yarın tekrar hem genel "Akdenizlilik olgusu", hem de dün ben bu satırları yazarken Brüksel’deki "Türkiye tartışması" ekseninde ele alacağım.