Balıklı sandviçime başladığımda da, yan banketin üzerinde, onlardan biri tarafından düşürüldüğü anlaşılan ve internetten yazıcıya geçirilmiş bir kağıt buldum.
Başlıkta "Sınıf Günlüğü" ibaresi vardı. Muhtemelen, internet ortamında blog denilen ve dışavurumculuğun postmodern varyantını oluşturan o yeni haykırış forumlarından yazıcıya çekilmişti. Haykırış ki, ne haykırış!
Ergenlik bir, ihtiyarlık iki, bunlar insan ömründeki en zor dönemleri oluştururlar.
İhtiyarlıkta yaklaşan ölüm; ergenlikte ise yaklaşan hayat kábusa dönüşür.
Oysa gençlik ve olgunluk, bu iki korkudan nispeten kaçılabildiği devirlerdir.
Ve, söz konusu ölüm o ergenlik çağında öylesine uzak ve soyut bir kavramdır ki, hayat bundan çok daha fazla dehşet verir.
Birincinin ikinciden daha kolay olduğu zehabına bile kapılırsınız.
Zaten, yetişkinler arasındaki intihar oranının yabana atılamayacak bir seviyede seyretmesi de yukarıdaki "varoluş denklemi"nden kaynaklanır.
Yukarıdaki girizgáhı şundan dolayı yaptım.
Çarşamba öğleden sonra sularına doğru, aynı çatı altında baş başa yaşadığım ve bundan sonsuz haz aldığım ortanca oğlum Cem üniversiteden eve döndü.
Sabah kahvaltısı bile etmediği için de kurtlar gibi aç olduğunu söyledi.
Bir eli yağda, bir eli balda beyimize buzdolabının silme dolu olduğunu ve zahmet buyurduğu takdirde, en azından üşengeç işi mikro fırını kullanarak kendisine mükellef bir ziyafet hazırlayabileceğini söyledim ama, mırın kırın etti.
Sonra da, "Boş ver peder bey! Hadi kalk da beraber hamburger yemeye gidelim. Sayemde sen de dışarı çıkmış olursun" dedi.
Canım ciğerim oğlum babasına böyle bir álicenaplık göstermek tenezzülünde bulunacak da, ben davete icábet etmeyeceğim... Düşünülecek şey mi?
Tabii ki çok hoşuma gitti ve hemen yola çıktık.
O gün dersini gördüğü "etno müzik antropolojisi" gibi hiç bilmediğim bilgiç bir konu hakkında yarenlik edip, ahmak ıslatan cinsinden sinsi bir yağmurun altında yürüyerek, civardaki Amerikan köftecilerinden birisine gittik.
SINIF GÜNLÜĞÜ
Kuyrukta siparişlerimizi verirken, masalardan birinde oturmakta olan ve kızlı-erkekli lise öğrencilerinden oluşan bir grubun, "made in USA" tayınlarını bitirmek üzere olduğunu fark ettim.
Tam biz kendi tepsimizi aldığımızda da, sırtı okul çantalı, kulağı "iPod" mikrofonlu, eli GSM klavyeli, dolayısıyla háli vakti yerinde ailelerden geldikleri anlaşılan çocuklar mıntıkayı boşaltılar. Cem’le beraber hemen oraya seğirttik.
Balıklı sandviçime başladığımda da, yan banketin üzerinde, onlardan biri tarafından düşürüldüğü anlaşılan ve internetten yazıcıya geçirilmiş bir kağıt buldum.
İade edebilir miyim diye hışımla kapıya kadar gittim ama, çoktan cadde kalabalığına karışmışlardı.
Tekrar, müthiş bir iştahla patates kızartmasını atıştırmakta olan mahdumumun yanına döndüm ve ikiye katlanmış tek bir dosya kağıdına dört sayfa olarak basılmış metne baktım.
Başlıkta "Sınıf Günlüğü" ibaresi vardı. Okudum.
Evet evet, balıklı sandviçimi, diyet sodamı, hatta, doymadığı için kendisine yeni bir hamburger almaya giden oğlumu dahi unutarak, o inanılmaz duyarlıktaki metni okudum.
"Sınıf Günlüğü" çok muhtemelen, on altı on yedi, hadi bilemediniz on sekiz yaşlarında ve kanáatime göre de erkek bir lise öğrencisi tarafından kaleme alınmıştı.
Her halükárda da, yazan çocuğun bilgi birikimi ve kelime kıvraklığı göz çıkartıyordu.
VAROLUŞ DEHŞETİ
Artı, altında imza yoktu ama, yine çok muhtemelen, internet ortamında "blog" denilen ve dışavurumculuğun postmodern varyantını oluşturan o yeni "haykırış forumları"ndan yazıcıya çekilmişti.
Haykırış ki, ne haykırış!
Evetevet, öylesine acılı ve öylesine umutsuz bir haykırış ki, şu an önümde duran ve en can alıcı noktalarını size gelecek pazar aktaracağım bu harikuláde metin; bu olağanüstü yazı; bu duyarlılık manifestosu; ergenlik çağına ilişkin olarak o en başta sözünü ettiğim "hayat korkusu"nu ve "varoluş dehşetini" belki bir Goethe oranında yansıtıyor.
Sanki, Alman edebiyat devinin kaleminden çıkmış "Genç Werther’in Acıları"nı, bu defa bir hamburgerci dükkánında ve sandviçle soda arasında tekrar keşfettim.
Dehşete ve umarsızlığa kapıldım. Titredim. Nihilist dehşetlerde ürperdim.
Ardından, bitirdikten sonra metni, şimdi son hamburgerini atıştıran oğluma verdim.
Aslında, belki hiç vermemem gerekirdi. Belki, derhal imha etmen daha iyi olurdu.
Çünkü, oğlum zaten "Sınıf Günlüğü"nü yazmış olan k-a-h-r-a-m-a-n-l-a hemen hemen yaşıt ve bilhassa, onun da "hayat korkusu" ve "varoluş denklemi" benim en temel gailemi oluşturuyor.
Dolayısıyla, okuduğunda kendi aynasına bakmış olacak ki, göreceği suretin ne etki yapacağı öyle kolay kolay kestirilemez.
Olsun, yine de verdim. Korkunun ecele ve sansürün esarete faydası yok!
Zaten, ben de acılar ergenliğimde "Genç Werther’in Acıları"nı okumamış mıydım?
Kendimi onun aynasında görerek, "hayat korkumu" yenmeye çalışmamış mıydım?
Ve canım ciğerim; etim kemiğim oğlum "Sınıf Günlüğü"nü köfteyle kıyas kabul etmez bir iştahla okudu ki, sonra, metni ve kendisini kastederek, "Baba, bizi de yaz" dedi.
İşte hamburger günlüğünü bunun için yazıyorum ve gelecek pazara da "Sınıf Günlüğü"nü yazacağım.