HÜSEYİN Gülerce dünkü "Zaman" gazetesinde "Laik Kesimi Anlamaya Çalışmalıyız" başlığıyla kaleme aldığı sağduyu makalesinde, "serbest giyinenler"in maruz kaldığı iddia edilen tecavüzlere atıfta bulunduktan sonra, şu saptama ve çağrıyı yapıyordu:
"Muhafazakar çoğunluğun, ’ama yok böyle bir şey, endişelerinde haklı değiller’ itirazı fayda temin etmez. Bu insanlar böyle bir hisse kapılmışlar. Endişeli ve tedirginler.
Onları anlayışla karşılamak mecburiyetindeyiz.
Alınganlıklarını dikkate almak ve hissiyatlarına saygılı davranmak zorundayız.
Bu da daha fazla ilgi, daha fazla yakınlık, daha fazla anlayışla mümkün olabilir".
Fethullah Gülen Hocaefendi camiasının mümtáz şahsiyeti "öteki"ne empatiyle bakmak açısından derin bir aklıselim dersi verdi ki, darısı kendini "laik" sayanların başına!
* * *
OYSA, böyle bir dilekte bulunmam ve tırnak içindeki "laik" kelimesiyle "laikçilik"i çağrıştırmam, Gülerce’nin saptadığı tedirginliğe devá oluşturmuyor. Oluşturamaz da.
Çünkü, ortada gerçekten bir endişe ve bir alınganlık mevcut ki, kısmen de hak-lı-dır!
Bu haklılık ise üniversitelerin nihayet "türban özgürlüğü"ne kavuşmasından veya AKP iktidarının seküler hayat tarzına yapmış olduğu fiili bir müdahaleden kaynaklanmıyor.
Yani, "laik endişeler" rasyonel, somut ve nesnel bir temel üzerine oturmuyor.
Ancak buna rağmen, aşağıdaki iki unsurdan dolayı endişelerde yine de haklılık vardır.
* * *
BİRİNCİSİ, İslam Álemi’nin moderniteyle yaşadığı derin ve váhim sorunda yatıyor.
İnkár kendimizi kandırmak olur, evet çağımız Müslümanlığı, daha doğrusu onun adına ön safa çıkan kişi ve doktrinler, hiç şüphesiz ki fanatizm ve dogmatizmle özdeşliyor.
Hoşgörüsüzlük, tahammülsüzlük ve saldırganlık da onların uzantısı oluşturuyor.
Daha, daha açıkçası, Hilálli imán adına dayatılan pratikler korku, háttá dehşet saçıyor.
Eh, hál böyleyken ve eğri - doğru, Türkiye Muhammedi Dünya’da seküler tarza en yaklaşmış ülkeyken, kuruntu olsa dahi, "laik" denilen insanların kaygısını anlamak gerekiyor
O hayat tarzı ki, bilhassa kadınlar açısından bir "hayat memat meselesi" addediliyor.
Oysa biliyoruz, irrasyonel korkulara rasyonel cevaplar vermek illá yeterli olmuyor.
Yegáne ikná yöntemi, güvence ve uygulamaların uzun vadede sınanmasından geçiyor.
Üstelik, yine kendimizi kandırmayalım, işin içine "din kutsalı" girdiği takdirde diğer tüm "kutsal"ların metazori tıs pıs olmak zorunda kaldığı da başka bir vakıa oluşturuyor.
* * *
İKİNCİ kısmi haklılık ise bizzat Türkiye’deki laiklik anlayışından kaynaklanmaktadır.
Çünkü özellikle şehirli kitleler daha beşikten itibaren, ülkemize yansıyan Fransız tipi "laikçilik"in tek laisizm olduğuna inandırıldılar. İnandılar. Samimi biçimde benimsediler.
Ezici coğunluk Müslümanlığa iman ediyor ama, "resmi" bir yorumu kabulleniyor.
Artı, "laik tarz"la "dindar tarz" arasındaki zıtlık en baştan itibaren, iktisadi planda ziyade sosyal hiyerarşide bir sınıf çelişkisine dönüştü. "Elit" ve "tebá" bu zeminde ayrıştı.
Dolayısıyla, onaylamayabiliriz ama, en azından insan ruhiyatı açısından, bir yandan ideolojik açıdan şartlanmış, diğer yandan da sınıf ayrıcalığı kazanmış "laikler"in (!) "dindar dışavurum"ları reddediyor olmasını, "empatik" bir anlayışla karşılamamız gerekiyor.
Artı, kendilerine ateist dahi deseler, onların aslında mensup oldukları kültürel şemanın tahammülsüzlüğünü aynen, fakat bu kez seküler temelde ürettikleri de bir gerçek oluşturuyor.
Yani, birinci esas itibariyle ikincinin zihni uzantısı olduğu içindir ki, Türkiye’deki "laikçilik"ieleştirmek aynı anda "dincilik"i eleştirmeyi de içeriyor. Haklı ve meşru kılıyor.
Her halükárda, Hüseyin Gülerce’nin "alınganlıklarını dikkate almak ve hissiyatlarına saygılı davranmak zorundayız" çağrısı tüm tarafları kapsıyor.