İşte, güneşin ilk kez pırıldadığı ve ilk kez ısıttığı bir öğlen vakti üniversiteden çıkıp parasızlıktan tramvay yerine tabanvayla odama dönüyordum ki, civar lokantalardan birisinin mutfağından gelen bonfile kokusunu soludum.
O kış çok ayaz geçti. Zemheri soğuklar indi.
Aslında yağmur iklimi olduğu için hiç váki değildir ama, işte yer gök dondu.
Hatta, süs balıkları oksijensiz kalmasın diye, belediye işçileri şehir parklarındaki göletlerde, buzun üstüne küçük hava delikleri açtılar.
Hiç param yoktu. Züğürt değil, kelimenin gerçek anlamında yoksuldum.
Profesyonel ehliyet imtihanının ikinci aşamasını oluşturan ve kent sokaklarının ezberden tanımını şart koşan sınava hazırlandığımdan, daha taksi şoförlüğüne başlamamıştım.
Şansım arada bir yaver giderse, geçici işlerde çalışırdım.
Mesela, o gün okulu asar ve kapı kapı dolaşıp posta kutularına ilan dağıtırdım.
Kat etmek zorunda olduğum şık mahalle insanlarına gıptayla, daha doğrusu, "sınıf bilincimibileyerek" (!), hınç, nefret ve öfkeyle bakardım.
Apartman girişlerinin asansör aralıklarında az biraz ısınır, sonra tekrar reklamların bulunduğu ağır çantayı boynuma çaprazlama asıp, turuma devam ederdim.
Çok erken inen kış gecesine kadar hepsini dağıtamadığım takdirde de, kalanlarını çöpe atar ve patrona "bitti" diye yalan söylerdim.
Bin bereket, sadaka niyetine bir miktar olsa dahi, yevmiyeyi henüz yeni yeni biten sakalıma sürer ve fırından ekmek, bakkaldan nevále, gerisin geri odama dönerdim.
Kirasını zar zor ve çok rötarlı ödeyebildiğim tavan arasındaki o penceresiz oda ki, yaklaşık beş metreye beş metre boyutunda olmasına rağmen, çatının eğiliminden dolayı ancak yarı sathında ayakta durmama imkan tanıyordu.
Ve öylesine imkánsızlıklar içindeydim ki, faturadan tasarruf edebilmek için, dışarıda ısı sıfırın altına inmediği müddetçe, ev sahibinin yerleştirmiş olduğu havagazı sobasını yakmazdım.
Böyle bir ek masrafı karşılayacak mali kudretim gerçekten yoktu.
Derslerin veya yukarı tür işlerin dönüşü, salam alabilmek lüksüne çok ender ulaştığımdan, ya ekmeğin arasına en ucuzundan margarin sürer, ya da sade suya tirit makarna kaynatır ve sonra, battaniyeyi sıkıca omuzlarıma sarmalayarak antika daktilonun önüne otururdum.
Pelür kağıt, karbon kağıdı, tekrar pelür kağıt, harıl harıl, bilmem hangi Çinli liderin veya bilmem hangi Arnavut sendikacının yumurtladığı herzeleri tercüme ederdim.
CİNNET YILLARIM
Fakat yine de, "burjuva zevklerime" (!) yenik düştüğüm olurdu.
Şu an benim hangi müziği dinlediğimi kontrol edecek zebáni "yoldaş" (!) yok ya, kelimelere en iyi karşılığı bulmaya çalışırken, kıtıpiyos radyoda klasik istasyonu çevirirdim.
Eğer tesadüfen, Fischer-Dieskau’nun sesinden Schubert’in "Kış Yolculuğu" liedleri yayınlanıyorsa da, yaşamakta olduğu aynı mevsimle ilinti kurar ve "çelik proleter disiplinimi" (!) unutarak, romantika yolculukların hayaline dalardım.
Sonra birden irkilir ve sırtım iyicene ürperdiğinden battaniyeye daha çok sarınarak, her on sözcükten birisinde "kızıl" kelimesinin geçtiği metinlerin gerçekliğine dönerdim.
Karnım da çok acıkmış olurdu ama, artık iyicene bayatlamış ekmeğin diğer yarısından ve bozulmasın diye kiremitlerin üzerine yerleştirdiğim için şimdi buz kesmiş margarinden başka, atıştırabileceğim tek lokma bulamazdım.
Ana ve babayla; toplumla ve cemiyetle; akılla ve mantıkla; gerçekle ve nesnelle çoktan köprüleri atmıştım ve Brüksel’de siyasi mülteci olarak "cinnet yıllarımı" yaşıyordum.
Hayli hayli geç de olsa, kış yavaş yavaş bitmeye yüz tuttu.
Soğuklar tedricen hafifledi. Göletlerin üzerinde buzlar iyiden iyiye eridi.
Artık, soba yakmadığım geceler masanın önünde tercüme yaparken, battaniye sarınmak ihtiyacım kalmadı. Kalınca bir kazak ve belki omuzlarıma attığım parka yetti.
Zaten, apartman kapılarına ilan dağıttığım günler de akşam daha geç iner oldu.
Şık mahalle insanlarına yine "sınıf bilincimin" (!) hıncı, öfkesi ve nefretiyle bakmayı sürdürsem dahi, mevsimin cinsel libidomu kamçılamasından dolayı, aynı zamanda da oraların bakımlı ve endámlı kadınlarına ihtiras ve arzuyla bakmaya başladım.
Posta kutusuna reklam atarken bazen bazen rastladıklarımı, gözlerimle yedim.
Bunda da "burjuva suçluluk" (!) duydum ama, erotika açlığımı dizginleyemedim.
BONFİLE KOKUSU
Fakat erotikanın ötesinde, somut sindirim sistemi bab’ındaki açlığım da sürüyordu.
Hayır, yalan söyledim! Gerçek anlamda aç falan değildim.
Karnımı tabii ki iyi kötü doyuruyordum ve ne Maksim Gorki, ne Knut Hamsun,hatta ne de Heinrich Böll romanlarının açlığını yaşıyordum.
Ancak, hep somun ekmek, hep kimyevi margarin, hep tıkız makarna ve kırk yılın birinde de hep yağlı salam, daima ve daima aynı şeyleri yemekten bıkmıştım. Gına gelmişti.
Üstelik mevsim dönüşümü ve baharın yavaştan yavaşa ufukta belirmesi, tıpkı cinsel iştahım gibi midevi iştahımı da kabartmıştı.
İşte, güneşin ilk kez pırıldadığı ve ilk kez ısıttığı bir öğlen vakti üniversiteden çıkıp parasızlıktan tramvay yerine tabanvayla odama dönüyordum ki, civar lokantalardan birisinin mutfağından gelen bonfile kokusunu soludum.
Canım delicesine çekti! Ölesiye çekti. Hamile kadınlarınki gibi çekti!
Halis sığır döşünden iki parmak kesilmiş ve az pişirilmiş kocca bir biftek ve ona eşlik edecek olan, nar gibi kızartılmış patates tavası ve bol zeytinyağı gezdirilmiş kıvırcık salata!
Cebime el attım, metelik yok! En kabadayısı, ekmeğin arasına salam dilimleyebilirim.
Fakat aniden karar verdim ki, birazdan mutlaka ben de biftek pişiriyor olacağım.