Yüreğim patır patır atıyor ama dışarıya renk vermeyecek kadar da cüretkárım.
Tersine, reyonlardan sanki şunu veya bunu seçmek istiyormuş da kadı kızında kusur arıyormuş gibi mırın kırın ederken, iki elim cebimde, gayet laûbali tarzda ıslık çalıyorum.
Ve, alına salına, bakına gezine, eğlene oyalana, nihayet kasaya geldim. Geldim ve tüm alışverişimi oluşturan ekmek, margarin ve salatanın parasını ödedim. Sonra, küçük naylon torbayla birlikte marketi terk etmek üzereyim.
Dışarıda tramvayların sesini duyuyorum. İlk pırıldayan bahar güneşi seçiliyor.Tam kapıyı itip sokağa çıkacağım, sol kolumun aniden kavrandığını hissettim.
Döndüm ki, orta yaşın üzerinde ve son derece harcıálem görünümlü bir kadın, "Mösyö, zorluk çıkartmadan beni takip edin" dedi. Dünyam yıkıldı ve işte yakalandım.
Anladınız, hani "cinnet yılları"mın yoksulluk kışlarından söz ettiğim geçen pazar günkü yazımda, canımın dayanılmaz ölçüde biftek çektiğini ve alacak param olmamasına rağmen de eti mutlaka pişirmeye karar verdiğimi söylemiştim ya, işte oraya dönüyorum.
Çünkü, her halde yine anladınız, yüz elli, belki iki yüz gramlık döş parçasını marketin kasap reyonundan çaldım ve de paçayı ele verdim.
HANIM EVLADIYIZ
Aslına bakarsanız, söz konusu "cinnet yılları"nda benimsediğim pespaye ideolojiden dolayı, "teorik olarak" (!) "çalmak" fiilini suç addetmiyordum.
Eh, üretim sürecinin iş-emek ilişkisinde burjuvazi "artı değeri" zaten çalmıyor mu?
Dolayısıyla, ben de ondan çaldığım takdirde, tabii ki hırsızlık yapmış sayılmam. Hakkımı almış, daha doğrusu proletaryanın çelik bileğiyle hakkıma el koymuş olurum.
Ancak, "teorik olarak" (!) bu hezeyánları yumurtlamak bir şey, "pratik olarak" aşırementoculuk yapmak bambaşka bir şey! Tabii en başta da, korku boku Selánik!
Zira, her ne kadar Tophane’de düşüp kalkmışlığım varsa da, doğrusu ne yankesicilik rahle-i tedrisinden geçtim, ne de tırtıkçılık mektebinde okudum. Lafta devrimcilik mevrimcilik ama, işte eninde sonunda "hanım evládıyım" (!).
Nitekim, daha önce de bu haltı denemeye kalkışmış, fakat polisi, zaptiyesi, kodesi gözümü çok korkuttuğundan, elim ayağım dolaşıp, "cız" diyerek harama dokunmamıştım.
Kaldı ki, "sınıf şartlanmamla" (!) köprüleri atıp hırsızlığı beyni açıdan "meşrû" (!) kılmaya çalışıyorum ama, işte haram kelimesinin benliğime işlemiş olması dahi ispatlamaya yetiyor, o "sınıf şartlanmam" (!), yani ahlák, etik, dürüstlük gibi kavramlar iliklerime öylesine işlemiş ki, aslında vicdáni açıdan da sonsuz rahatsızlık duyuyorum.
Neyse, işte bu defa kendi kendime "başlarım senin vicdánına" dedim ve de patates kızartmalı bifteğin kokusu hayalimde, marketten içeri daldım. Kasap reyonuna geldiğimde de, sağa bak, sola bak; önüne dön, arkanı yokla, hiç kimseye çaktırmadığımı düşünerek, selofan kağıda paketlenmiş en iyi cins bir biftek dilimini kaptığım gibi, parkamın koca cebine attım ve derhal diğer reyonlara doğru seyirettim.
O sıra henüz gizli kameraların, otomatik alarmların, elektronik etiketlerin ruhu dahi icat edilmemiş, dolayısıyla, paçayı ele vermeden kasayı geçtin mi azát olduğunun resmidir. Fukara odamda bifteği tavaya koyup sonra bunu kemál-i afiyetle taam etmek kalıyor.
Gerisini biliyorsunuz, işte yüzüme gözüme bulaştırıp paçayı ele verdim.
HEM MÜLTECİ HEM HIRSIZ
Kolumdan yakalayan o sivil hafiye kadın, "zorluk çıkartmadan beni takip edin" demişti ya,zorluk ne kelime, zangır zangır titreyerek peşi sıra gittim.
Bir servis kapısından içeri soktu; telefon etti; sima olarak tanıdım ve mağazanın sorumlusu olduğu anlaşılan "şef" geldi; kadın, "cebinizdeki eti verin" dedi; özür dileyerek verdim; masanın üzerine koydu ve beni o şefle yalnız bırakarak kendisi odadan çıktı.
Yaklaşık 55 yaşlarındaki "şef" bana döndü ve, "Oldu mu ya" dedi. Sonra hiçbir şey söylemeden kimliğimi istedi. Adımı, adresimi, şeceremi yazdı. Ardından tekrar döndü ve aşağı yukarı şöyle konuştu: "Bir de öğrencisiniz! Üstelik, siyasi mültecisiniz. Bu ülke zor gününüzde size kucak açmış. Hırsızlık yapmak álemi var mı? Kaldı ki, belli ağzınızın tadını biliyorsunuz. En iyi kalite bonfile seçmişsiniz. Ekmek-somun olsa, hadi açsınız ve belki karın doyurmak içindir diyeceğim ama, bifteksiz yaşanabildiğini herhalde size öğretecek değilim. Şimdi serbestsiniz ama, bir daha tekerrür ederse polis çağıracağım."
Bilge ve babacan adam konuşurken, kulaklarımın ucuna kadar cayır cayır kızardığımı hissettiğim gibi, karşısında hüngür hüngür ağlayarak "proletarya disiplini"me (!) bok sürdürmemeye çalışıyorum.
Herhalde, özrü kabahatinden büyük davranıp, canımın çok biftek çektiğini ve bu haltı da onun için karıştırdığımı geveleyerek kendimi affettirmeye çalışacak kadar düşemezdim.
Çok teşekkür ettim ve bir daha asla tekrarlamayacağımı söyleyerek geri döndüm.
Tamçıkarken, "şef" birden "mösyö" diye ekledi. Pantolon cebinden kendi cüzdanını çekti, kuruşu kuruşuna, biftek etiketinde yazan kadar para verdi ve "Bunu alın; kasaya ödeyin; fazla pişirmeyin; afiyet olsun" dedi. Başlarım "proletarya disiplini"nden de, hırsızlığın "teorik meşruluk"undan da!
Hüngür hüngür ne kelime, hayretle bakan müşteri ve kasiyerlere aldırmadan katıla katıla ağlayarak ücreti ödedim ve de eti ilk rastladığım çöp kutusuna attım.
"Cinnet yıllarımı" yaşıyordum ve yirmi yaşımı sürüyordum. Ve sonra, ne "teorik", ne "pratik", harama bir daha el sürmedim.