Kaç defa ama kaç defa, çocuklarımın nafakası hariç, "zarûri" bir ihtiyacımla "fuzûli" bir kitap arasında tercih dayattığında, ben ikincisini seçtim.
Çok cumartesi öğleden sonra oldu ki, örneğin, eli yüzü düzgün bir konfeksiyon mağazasıyla, yakamozlu ve seçkin bir sanat kitapçısı arasında bocalama anı geldi. Ve, ceketin dirseklerine birer yama atıldı, ama sonuçta o kitap kütüphanenin rafına kuruldu.
Hem bu pazar, hem gelecek hafta, hatta çenem düşüp lafımı bitiremediğim takdirde belki ondan sonraki hafta da, az biraz bilgiçlik taslayacağım.
Belki de çizmeyi aşıp ukalálık derecesini, aziz ve sevgili Doğan Hızlan ağabeyin hinterlandına burnumu sokmak raddesine vardıracağım.
Çünkü, kitaplardan, daha doğrusu benim kitaplarımdan bahsetmek istiyorum.
Ve, kendimi övmek gibi olmasın ama parantez içinde şunu da ekleyeyim.
Böylelikle de aynı zamanda, teveccüh gösterip bana "Ne okumamızı tavsiye edersin" diye elektronik posta yollayan bazı genç okurlarımın sorusuna kısmen cevap vereceğim.
Kesin sayısını tabii ki kestiremiyorum ama, tavana üç santim kaladan başlayıp parkeye indiğine ve boyut itibariyle de toplam 11-12 metreye yayıldığına göre yuvarlak hesap, kütüphanemde beş bin, belki altı bin cilt bulunduğunu tahmin ediyorum.
Daha az veya daha fazla olabilir, teker teker saymam maddeten imkánsızlık arz ediyor.
Dolayısıyla da, ergenliğimden, hatta çocukluğumdan itibaren bugüne dek yaşadığım bütün bir hayat, hem çalıştığım, hem oturduğum, hem de yemek yediğim mekánı oluşturan salonumdaki raflardan bana bakıyor. Onlarsız olamam.
Allah yazdıysa bozsun, eğer günün birinde kitaplarımdan ayrı düşmek zorunda kalırsam, çok muhtemeldir ki birkaç gün sonra sekte-i kalpten derhal öteki tarafa göç ederim.
Bu bağlılığı; daha doğrusu, esrara, eroine, morfine, afyona müptelálık türünden bu ruhi, bedeni, maddi ve mülki ba-ğım-lı-lı-ğı yazının gelişimi içinde açıklamaya çalışacağım.
Her halükárda, yukarıdaki bütüne, yer darlığından dolayı ne hole yerleştirdiğim çizgi-roman ve periyodik dergi kitaplıklarını; ne de oğlumun odasındaki kütüphaneleri kattım.
Yine yer darlığından dolayı bodruma indirmek zorunda kaldıklarımı ise hiç saymadım.
Yukarıda "çocukluğumdan itibaren de" ifadesini kullandım, çünkü pek az bir bölümü dahi olsa, ilk okumaya başladığım dönemde beni en çok etkilemiş kitaplardan bazıları yine raflarımda duruyor.
Örneğin, Faik Sabri Duran’ın 1934 baskılı "İnsanlar", "Hayvanlar" ve "Káşifler" álemi ciltlerini sayabilirim. Bunların her biri ufkumu açmakta belirleyici rol oynadı.
Hengámede kaybolmuşlardı, sonradan ne yapıp edip sahaflarda buldum.
Artı, daha o vakitler babamın kütüphanesinden aşırmaya başladığım bazı Erich Maria Remarque romanlarını ve ilk táb Názım Hikmet şiirlerini de gözüm gibi saklıyorum.
Fakat buna karşılık, o tarihlerdeki tek cicili bicili yayın olan "Doğan Kardeş Kütüphanesi"nin bastığı ve yine hayal dünyamı sonsuz genişleten "Grimm Kardeşler Masalları", "Kon-Tiki", "Meşhur Olan Fakir Çocuklar" gibi kitaplarım gaiplere karıştı.
Hele hele, sonunda bir "dünya" eki bulunan ama adının "Resimli Dünya" mı, yoksa "Çocuk Dünyası" mı olduğunu tam çıkartamadığım ve kısmen çizgi-roman, kısmen de ansiklopedik bilgi içeren iki emsálsiz cildim daha mevcuttu ki, onlar da yitip gitti.
Tesadüfen rastlasam, paranın gözünün yaşına bakmadan mutlaka ve mutlaka alırım.
Para! İşte her zaman işin içine giren o meret kelime!
Biliyorum ki şimdi pek çok insan bana, "Efendi efendi, senin tuzun kuru olduğu içindir ki kitaba yatıracak paran var ve kütüphane düzüyorsun" demeye can atıyordur.
Hem doğru, hem değil!
Doğru, çünkü yoksullukta yüzmüyorum. Yalan söylersem, Pinokyo gibi burnum uzar.
Allah’ın ináyetine bin şükür ve "Hürriyet"in kasasına bin bereket, işte geçiniyorum. Ancak, yukarıdaki iddia aynı zamanda da doğru değil! Zerre kadar doğru değil!
Değil, çünkü, bırakın öyle Karun hazinelerine boğulmuş olmayı, alt tarafı maaşıyla idare eden ve ay sonunu zar zor getiren sıradan bir "orta halli" (!) insanım.
Ama, "az halli", hatta "sıfır halli" olduğum çok, çok uzun dönemlerde de ben aynı "kitap virüs"ünden mustariptim. Aynı "kütüphane mülkiyeti" ihtirasıyla yaşıyordum.
Bu, bir tercih meselesidir ve son tahlilde de zenginlik veya fukaralıkla ilgisi yoktur.
Evet yoktur ve de nitekim, kaç defa ama kaç defa, çocuklarımın nafakası hariç, "zarûri" bir ihtiyacımla "fuzûli" bir kitap arasında tercih dayattığında, ben ikincisini seçtim.
AYRANI YOK İÇMEYE
Çok cumartesi öğleden sonra oldu ki, örneğin, eli yüzü düzgün bir konfeksiyon mağazasıyla, yakamozlu ve seçkin bir sanat kitapçısı arasında bocalama anı geldi.
Dolayısıyla da, pejmürde ceket giymeye mi devam; yoksa yine örneğin, fiyatı inanılmaz derece el yakan "1900 İstanbul’unda Art-Deco" kitabına mı siftah sorusu çattı.
Ve, o ceketin dirseklerine birer yama, sonuçta o kitap kütüphanenin rafına kuruldu.
Oysa şüphesiz ki, Raimondo d’Aranco’nun Yıldız Sarayı’ndaki Küçük Mabeyn’e çizdiği ferforje merdiven tırabzanlarının planş kopyalarına sayfa üzerinde sahip olmak; üstelik de bunu kendisinden başka hiç kimsenin görmeyeceği bir kitaplığa yerleştirmek; el álem içine çıkabilecek harcıálem bir ceket edinmek rasyonelliğinin yanında, bırakın "fuzûli" kelimesini, "abes", "absürd", "gayr-ı mantiki", "çılgınlık" sıfatlarını hak ediyor.
Hatta, "ayranı yok içmeye, tahtıravanla gider şaapmaya" deyimi cuk oturuyor.
Olsun, işte "kitap kurdu" veya Frenkçesiyle "bibliyofil" denilen o "hastalıklı" (!) insan, "kendisi için bilmek ihtirası"yla o "abes"i, o "çılgınlık"ı, o "tahtıravan"ı göze alan kişidir ki, gelecek pazar bunu kütüphanemin raflarındaki gezintiyle biraz daha açacağım.