Raflar ve laflar

O sonsuz zavallı küçük burjuvalar gibi, salona akaju ağaçtan kütüphane yaptırtıp ardından da bunun metresine göre hesaplanmış ciltler ısmarlamadım. Böyle bir şeyi düşünmek dahi tüylerimi ürpertiyor. Okuma yazma bilmeyeyim daha iyi! Zira kitapları onların maddi, görsel ve süksesel değerleri için edinmem.

Hatırlayın, iki pazardır yeryüzündeki yegáne servetimin; tek dikili ağacımın; numunelik "zenginliğimin" (!) sadece ve sadece kütüphanelerim olduğunu anlatıp duruyorum.

Dolayısıyla da size sır verip daha musalla taşına uzanmadan içime korku düştüğünü ve ölümümden sonra çocuklarımın bunları ne "halt edeceği" (!) kaygısına kapıldığımı söylemiştim.

Fakat bundan yola çıkarak yanlış varsayımlar üretmeyin, zira orada da "maddiyat" yok!

Yok, çünkü aşağıdaki değineceğim birkaç istisna hariç, kütüphanem öyle müzáyedelerde satılacak nádide ciltleri, müstesna kitapları, orijinal yazmaları kapsamıyor.

Tamam, en önce, biri Deniz Müzesi’nde, diğeri amcamda duran ve atabüyükbabam Cibálili Lûtfu bin Tahsin Bey tarafından Türkçe’deki ilk seyr-û sefer astronomisi kitabı olarak 1881’de yazılan "Punt"un Fatih Yangını’ndan kurtarılmış son nüshasını ben saklıyorum.

Artı, onun kaptan-ı derya defterleri de mülkiyetimde bulunuyor.

Bunlara ne maddi, ne manevi değer biçilebilir. Fiyat yoktur. Varsa da kimse ödeyemez.

Zaten de, eğer çocuklarım kıymetini bilmezlerse, mezarda dahi iki elim yakalarındadır.

Sonra, yine kabul, bu defa babamdan miras konduğum ve Cumhuriyet İdeolojisi’nin "temel direklerini" oluşturan "Nutuk", "Türk Tarih Kongresi", "Tarih" ve "Dil Kurultayı" ciltlerinin de hepsinde ilk baskılara sahibim.

Ayrıca, "Şiir Özel Sayısı" dahil tüm "Tercüme" ve "Türk Yurdu" dergilerine; Faik Sabri Duran’ın "Álem"lerine, Kerim Sádi ve "Orak Çekiç" bibliyoteklerine de sahibim.

Artı, heyhat "İstanbul Ansiklopedisi" yok ama, haniyse onun kadar nádir ve yine Reşat Ekrem Koçu imzasını taşıyan "Türk Giyim, Kuşam ve Süslenme Sözlüğü"nü de málikim.

Ardından, bizzat "Paris Komünü" sırasında, yani asilerin iktidarda bulunduğu o kısacık dönemde neşredilen ve zaten 1871 tarihini taşıyan "Komün Afişleri" adlı Fransızca kitabım; aynı konuyu işleyen ve bu kez Cenevre’de gizli basılan "Günlük"üm; 1928 Köln sergisindeki Sovyet pavyonunu anlatan ve Moskova’da Almanca tab edilmiş kataloğum da var.

Sonra, "underground" kültürün öncüsü olan ve ilk sayısından son sayısına kadar teker teker biriktirmiş olduğum bütün bir "Actuel" dergisi koleksiyonu da kütüphanemde duruyor.

Hatta belki de listeye, yine ilk tab Názım Hikmet şiirlerini; büyükbabamdan miras Osmani lûgatleri; yasaklanmış olduğu için sahafçı dostum vasıtasıyla edindiğim "alternatif tarih" kitaplarını; otuzlu-kırklı yıllar Moskova baskısı "sosyalist gerçekçi" romanlarını; bunların "şarlatan ustalar"ına tekábül eden "başyapıtlar"ını da (!) eklemem gerekir.

Eee?

YANDIM ALLAH

E’si şu ki, en birinci olarak, yukarıdakilerin hepsini toplasanız, yaklaşık beş-altı bin ciltlik kütüphanemin içinde diş kovuğuna kaçacak kadar yer bile tutmazlar. Tutamazlar.

Sözüm ona "kıymetli" (!) kitaplarım ancak "çerez" niyetine raflarda duruyor.

Bu arada, aklınızla bin yaşayın, bunları anlatırken sayenizde tekrar hatırlamış oldum.

Söz konusu eski kitapların adamakıllı elden geçmesi ve zaman çoğunun da canını çıkarttığı için mutlaka ciltçiye gitmeleri gerekiyor ki, yandım Allah!

Evet yandım Allah, çünkü bilmiyorum, ara tara, o da eğer bulunursa, şimdiki ciltçilerin mukavva-tutkal muamelesi için forma başına kaç papel istediğine dair bir fikriniz var mı?

Benim var ve de zaten onun için "yandım Allah" dedim ya!

Hey gidi zamanlar hey, gel de Nuruosmaniye Yokuşu’nun kaldırımcı esnafını arama!

Her neyse?

Her neyse ve de ikinci olarak, eğer öyle dizi dizi "pahada ağır" (!) kitaplarım pek nadirse, bu, kitap ihtirasımın sadece ve sadece o-ku-mak azmiyle sınırlı kalmasındandır.

Turşu fıçım değil kütüphanem var!

Morgda ölü kadavra ve müzede ölü lahdi değil, rafta canlı kitap biriktiriyorum.

Kütüphanelerim, tuğlaları b-e-n-im okuma tercihlerime göre konulmuş birer kaledir.

Rabb’ime bin şükür, yeni zengin aristokrat bozuntularını taklide kalkışıp hánemden gelip geçene sükse yapmak için "rafine" (!) koleksiyon düzmek budalalığına asla düşmedim.

Zaten tasavvur edin ki, misafir gittiğiniz şahsın antika rahleye çarşaf gibi yaydığı el yazması "Seyahatnáme"yi gösterip ona, "Hadi, şu ikinci Tuna yolculuğunu bulsana" dediniz.

Zaten Osmanlıca’nın elifbasını sökememesi bir yana, Allah bilir, mukaddes eseri sol tarafından karıştırmaya başlayacaktır. Al antika rahleyi ve de kafasının iki arasında katla!

Benim o tek tük "kıymetli" (!) kitaplarım dahi ancak kendi konularına ilişkin raflarda diğerlerinin arasına karışmış olarak durur ki, çok alıcı bir gözün dışında kimse fark edemez.

BİLMEK İHTİRASI

Sonra, tabii ki, o sonsuz hazin ve o sonsuz zavallı küçük burjuvalar gibi, salona akaju ağaçtan kütüphane yaptırtıp ardından da bunun metresine göre hesaplanmış ciltler ısmarlamadım.

Böyle bir şeyi düşünmek dahi tüylerimi ürpertiyor. Okuma yazma bilmeyeyim daha iyi!

Ben daima ve daima, önce kitaplarımı aldım; yerlerine sığmadıkları, taştıkları, asileştikleri oranda da, kütüphanelerimi sonradan artırmak, genişletmek ve yükseltmek zorunda kaldım.

Zira kitapları onların "maddi", "görsel" ve "süksesel" (!) değerleri için edinmem.

Onların mülkiyetine yalnız ve yalnız benim "bilmek ihtirası"ma uygun düştükleri oranda, onların "zihni", "ruhi" ve "manevi" değerleri için sahip olurum.

Ve o değerleri de yine yalnız ve yalnız b-e-n bilebilirim ve b-e-n tartabilirim ki, nokta!

Zaten de bütün mesele, az biraz dahi olsa, çocuklarımın ben mortoyu çektikten sonra o değerleri bilip bilemeyecekleri ve tartıp tartamayacakları endişesinden kaynaklanıyor ya!

"Miras sorunum" (!) işte sırf bundan dolayı ve daha şimdiden başımı ağrıtıyor ya!

Araya laf girdi, "servet"imi nasıl dağıtmaya karar verdiğimi gelecek pazara bırakıyorum.
Yazarın Tüm Yazıları