TÜRKİYE’nin "muhafazakárlaştığı" söyleniyor. Doğrudur ve inkár edilemez.
Fakat, buradaki fiil ancak iki şart altında geçerlilik taşır. Çift anlamıyla bir bütündür.
Bir; deyimi mutlaka "dini" kılmak zorundayız. "İmáni dışavurum"u kastetmeliyiz.
İki; "muhafazakárlaşmak" kelimesini bu bağlamda kullanabilmek için, sözcüğü aynı zamanda, her salçaya bulanan şu "postmodernizm" boyutuyla da donatmamız gerekir.
Başka bir ifadeyle, terimi hem sınırlamak, hem de genişletmek mecburiyetindeyiz.
Söz konusu sınır o "imáni dışavurum"u kapsar. Yani, hicáp tarzda giyinenlerin; cuma namazına gidenlerin; Ramazan’da oruç tutanların; kandilde tebrik yollayanların ve nihayetinde de, "İslami hassasiyet"ten siyaset yapanların yükselişi birer "mihenk taşı"dır.
Çünkü, "dinenmuhafazakárlaşan" bir hayat bunlarda somutlaşır ve görüntüleşir.
* * *
ANCAK şu kesin ki, "Türkiye’ninmuhafazakárlaşması" bir istisna oluşturmuyor.
Ülkemizdeki "eğilim" bütün bir çağı ve bütün bir dünyayı kapsayanve yine şu lánet "postmodernizm" kelimesiyle tanımlanan "genel gidişat"a paralel bir seyir izliyor.
Hadi kasten, muazzam bir kriz yaşadığı için İslam Álemi’ni şimdilik kenara bırakalım.
Peki de, önümüzdeki ABD seçimlerinin gálibini veya mağlubunu, mevcut adayların dindarlara yönelik yaklaşımı ve onların "nabzına göre şerbet verişi" belirlemeyecek mi?
Vatikan’daki yeni Papa ise eskisine dahi rahmet okutacak şekilde, geçmişte "Kara Katolik" diye anlandırılan en bağnaz ve en dogmatik tezleri vaaz etmiyor mu?
Háttá, "laikliğin anavatanı" addedilen Fransa’da dahi, din derslerinin öğretim programlarına dahil edilmesi konusu 1905’ten beri ilk kez tekrar gündeme gelmiyor mu ?
Rus ordusundaki yemin törenlerini Ortodoks papazların takdis ettiği; Çin’deki Budist ve Konfüçyüsçü tapınakların çığ gibi arttığı; aynı ABD’deki aynı Budistlerden yüzde seksenin ise sonradan bu inancı kabullenenlerden oluştuğu birer gerçeklik olarak ortada durmuyor mu?
O halde demek ki, ülkemiz çok genel ve çok çetrefil bir "medeniyet virajı"nı izliyor.
* * *
ANCAAAK, İslami aidiyetine rağmen Türkiye’deki seküler geleneğin maddeten ve ruhen ciddi bir zemine oturması; artı, söz konusu İslam Álemi’nin bugün son derece vahim bir buhran yaşıyor olması, ülkemizdeki "muhafazakárlaşmayı" daha "netámeli" kılıyor.
Açıkçası, bu satırlar yazarı da dahil, sayısı asla küçümsenemez laikler kaygı duyuyor.
Bireysel "hayat tarzı"nın ve kamusal "lá-dinilik" ilkesinin üzerine titreyenler, "muhafazakárlaşma"nın estirdiği rüzgárla birlikte okka altına gitmek endişesini yaşıyorlar.
Háttá daha ötesi, láfı kıvırtmadan ve dobra dobra itiraf edelim:
Azınlık oldukları ve azınlık olduklarını bildikleri içindir ki, korkuyorlar, korkuyoruz.
* * *
VE,bukaygı, bu endişe, bu korku "vesvese" diye geçiştirilemez. Hafife alınamaz.
Hele hele, İslam Álemi’nin yaşadığı krizden yararlanarak bugün aynı İslam adına ön plana çıkmış olanlar Müslümanlığı diğer hiçbir dinle kıyaslanmayacak ölçüde hoşgörüsüzlük, tahammülsüz ve vahşetle özdeşleştirdiğinden, kaygı da, endişe de, korku da meşrudur!
Zira, zaten adı üstünde "hayat tarzı", tedrici bir "muhafazakárlaşma"nın getireceği muhtemel sonuçlar, laik tercihli insanlar açısından bir "hayat memát meselesi" oluşturuyor.
Son tahlilde bir "varoluş" denklemini içeriyor. Bir "mevcudiyet sorunu" yansıtıyor.
Ama doğru, azınlık psikolojisi ve korunma refleksi zorba bir "laikçilik" de dayatıyor.
Fakat bunun kökenlerini de çoğu defa, moderniteyi reddeden geleneksel İslam’ın "azınlık hakkı"nı ancak kendi "çoğunluk hukuku"na indirgemesinde aramak gerekiyor.
Türkiye’deki "muhafazakárlaşma" konusu yarın, bugünkü Müslümanlığın şu melûn "postmodern zamanlar"la yaşadığı derin ve iláhi "aşk" (!) çerçevesinde ele alacağım.