Son dövme 2. Dünya Savaşı tarihine ilişkin

Son dövme2. Dünya Savaşı tarihine ilişkin bir kitap karıştırıyordum. Birden, sayfaların arasında, yabancı gönüllüler dahil, Alman ordusundaki "SS"lere yaralandıkları takdirde nakil çabuk gerçekleşsin diye, kan gruplarının kollarına dövmelendiğini okudum. O gün bugündür, zaten hiçbir zaman hoşlaşmadığım dövmeden daha da sıtkım sıyrıldı.

Şimdi düşünüyorum da, acaba "dövme" kavramıyla ilk defa ne zaman tanışmıştım?

Herhalde, Türkçe’ye "Temel Reis" diye uyarlanan ve Elzie Segar tarafından yaratılan çizgi-roman kahramanında olacak.

Malûm, bitirim denizci kuvvet şurubu niyetine ıspanak konservelerini yutarken, kolunun üzerine çıpa şeklinde çizilmiş dövme de göz çıkartır.

Zaten, gerek bütün Batı kültüründe; gerekse, eh yüzü gözü desenli Kürt "medduke"lerin elinde büyümediğime göre benim de dahil olduğum İstanbul kültüründe, söz konusu dövme genel olarak daima denizle ve denizciyle bütünleşmez mi?

Daha doğrusu, hanidir yaşadığımız şu lanet postmodern zamanlar vücutta resim teşhir edilmesini "ahvál-i adiye" kılana dek, öyle değil miydi?

Nitekim, yine çok küçüktüm ve ilk gerçek dövmeyi de yine bir tayfada görmüştüm.

Karaköy’den Tophane’ye yürürken, kestirme olsun diye babam, rıhtım ardiyelerinin arkasında kalan ve "tekin" addedilmeyen küçük sokakçıkları seçmişti.

Müdavimlerinin afyonlu şaraba talim ettiği o koltukçu meyhanelerinin birisinde de, her halinden yabancı olduğu anlaşılan bir gemici hem kadeh yuvarlıyor, hem de fıçının etrafındaki diğer tayfalara, desenini şimdi hatırlamadığım bir dövme teşhir ediyordu.

Pederime göstererek yavaşça "Temel Reis’inki gibi" demek ihtiyatsızlığına düştüm.

"Elinin körü, kodes kaçkınları gibi" diye de azarı işitiverdim.

Ve tabii, dövmenin denizcilere ek olarak mahpuslarla da özdeşleştiğini henüz tam çıkartamadım ama, babamın tepkisinden dolayı şunu artık anlamış oldum.

Vücut resimleri avamlarla; avamlar ne kelime, çapulcular, haydutlar, berduşlar gibi biz "mazbut aile çocukları"nın asla yanına yaklaşmaması gereken insanlarla bütünleşir.

Dolayısıyla da, böyle bir şeyi tahayyül etmek dahi "suç" kategorisine girer.

DÖVMELİ MELANET

Sonra, aradan çok zamanlar geçti. Delişmenlik çağım ve "cinnet yılları"m geldi.

İsviçre’nin Basel şehrinde hamallık yapıyorum ve yatakhanede yer bulabildiğim takdirde de Protestan rahiplerin yönettiği "düşkünler yurdu"nda kalıyordum.

Benim gibi çulsuz ve lümpen takımına, İsa Mesih adına merhamet dağıtırlardı. Eh, o İsa’nın ináyeti üzerlerinde olsun, akşamları da, sığır kuyruğuna tirit ve bol kepçesi serbest, bedavadan sıcak çorba verirlerdi.

Bir akşam, hep beraber kaşık salladığımız kantin masasında karşıma, ne idüğü belirsiz bir adam oturdu. Pejmürdeye kaçan, fakat tam da berduş olmayan bir biçimde giyinmişti.

Heriften hazzetmedim. Dehşet bir iticilik sezinledim.

Tabii ki kılık ve kıyafetinden dolayı değil! Sanki benimkisi iki dirhem bir çekirdek mi? Sanki bu gariban yurdunun müdávimleri yemeğe smokin ceketiyle mi oturacak?

Hayır hayır, hani daha ilk anda melanet saçtığı hissedilen insanlar vardır ya, işte onun meymenetsiz suratında da bunu duyumsadım.

Neyse, bana ne! Şu çorbayı bir höpürdeteyim, cumburlop yatak. Yarın sabah dört buçukta kalkmalıyım ki, beş tramvayına yetişerek ustabaşından iş kopartmalıyım.

Bu arada, karşımdaki herif, gömleğinin ve onun üzerinde kazağının kollarını sıvadı.

Öyle, tesadüf eseri, sağ kolunun iç tarafında ve dirseğe yakın bir yerde, küçük bir dövmenin yazılı olduğunu gördüm.

Dikkatli mi bakmışım nedir, herif aniden ayağa fırladı. Dövmesini göstererek bana hiddetle bağırmaya başladı. Neredeyse üstüme yürüyecek.

Hem çok şaşırdım, hem de Alamanca konuştuğu için hiçbir şey anlamadım.

Fransızca "Ne diyorsun" diye sorduğumda da, bu defa aynı dilden, Türkçe’ye aşağı yukarı "Yırtık dondan çıkmış bir şey mi gördün? Ne bakıp duruyorsun? Benim iftiharım, benim iftiharım" şeklinde tercüme edilebilecek yumurtlamaya başladı.

Al başına beláyı ve de aslında yine hiçbir şey anlamadım.

Şeytan, kaseyi suratına boca ediver diye dürtüyor ama, buradan kovulursam soluğu ancak istasyon bankında; oradan da, aynasızların gece yarısı götüreceği karakolda alırım.

Fesuphanallah! Zehir olan çorbamı alel acele bitirip ve içimden herife Tophaneli lügatimi sayıp acilen, yemekhaneden yatakhaneye cehennem oldum.

Kantinden çıktığımda hálá "benim iftiharım, benim iftiharım" diye bağırıyordu.

NAZİ DÖVMESİ

Aradan yine yıllar geçti. 2. Dünya Savaşı tarihine ilişkin bir kitap karıştırıyordum.

Birden, sayfaların arasında, yabancı gönüllüler dahil, Alman ordusundaki "SS"lere; yani en bağnaz, en vahşi ve en soysuz Nazilerden oluşan en "seçkin" askerlere, yaralandıkları takdirde nakil çabuk gerçekleşsin diye, kan gruplarının kollarına dövmelendiğini okudum.

Ve de tabii, benim jeton düşüverdi. İsviçre yemekhanesindeki herifin neden hiddetlendiğini ve sonra da niçin "benim iftiharım" diye anırdığını nihayet anladım. Yüzde bin ihtimal geçmişte o yabancı gönüllülerden biri olan hergele sanmıştı ki, söz konusu dövmenin "SS" aidiyeti yansıttığını biliyorum ve de onun için kötü kötü bakıyorum.

Dolayısıyla da, cenábet herif "benim iftiharım, benim iftiharım" diye yırtınarak, hiçbir pişmanlık duymadığını ve mazisini sahiplendiğini beyan etmiş oluyordu. Hay senin "iftihar"ına da, "şeref"ine de, "onur"una da!

O gün bugündür, zaten hiçbir zaman hoşlaşmadığım dövmeden daha da sıtkım sıyrıldı.

Hele hele, omzuna yine Nazi gamalı haçı dövdürten o "ulusalcı" ve "karanlıkçı" hanım yazarın iş ortaya çıktıktan sonra boyundan büyük námert yalandan medet umup, "Bu, aslında Türklük simgesidir" diye tevile yeltendiğini görünce, tiksintim öğürtüye dönüştü.

Ve şimdi size şunu soruyorum ki, böyle bir babanın, iki pazardır anlattığım gibi, aynı "dövme budalalığı"na heveslenen oğluna "he" diyebilmesi mümkün olabilir mi?

Asla ve de benim çatım altında yaşadığı müddetçe asla demeyeceğim ki, nokta!
Yazarın Tüm Yazıları