MİLLET nedir? İlk bakışta sorunun cevabı nispeten kolaymış gibi gözüküyor.
Hele hele, bizim gibi "ulus - devlet"e rötarlı geçmiş ülkelerdeki iradi ve kesin tarifler beynimize işlediğinden, dağarcığımızdaki sihirli formülün yanıtı içerdiği izlenimi uyanıyor.
Oysa aslında o yanıt sonsuz çettefillik arzediyor.
Muazzam zorluklar yansıtıyor.
Çünkü, "millet nedir" sorusunun bir değil bin bir tane cevap var!
* * *
ÖYLE ve nitekim, özellikle yukarıdaki "ulus - devlet" sürecinin rayına oturmasıyla birlikte, soruyu herkes kendi meşrebine göre yanıtladı. Çoğul tarifler ortaya çıktı.
En önce, Alman filozof Herder dil ve kültür birliği gibi ögeleri devreye soktu.
Ardından da, Fransız Taine ve Gobineau’nun etnik ve ırki unsurları tanıma kattı.
Ve sonrasını biliyoruz, maazallah, iş Hitler’in "üstün millet" kavramına kadar vardı.
Bunların ayrıntısına girmeyeceğim ve hemen kendi tercihime geliyorum.
* * *
DAHA önce de nedenlerini açıkladım, ben hálá ve hálá sapına kadar "modern"im.
Yani, mikro-milliyetçilikler başta, "geleneksel toplum" adına her türlü mantıksızlığa cevaz veren şu meşûm postmodern zamanları reddediyorum ve rasyonel aklı sahipleniyorum.
Dolayısıyla da, bugün dahi bana en yakın duran ve asla "demode" gelmeyen tanımı, o modernitenin, diğer bir deyişle "aydınlanma çağı"nın yapmış olduğu ilk tarif oluşturuyor.
Bununla, Diderot ve d’Alembert’in táa 1781 yılında "Ansiklopedi"ye düştükleri ve, "belirli bir ülke sathında, belirli sınırlar içinde yaşayan ve aynı hükümete itaat eden önemli bir halk kitlesine ulus denir" diyen maddeyi kastediyorum.
O kadar ve ne bir eksiği, ne bir fazlası var!
* * *
ŞÜPHESİZ, yukarıdaki millet tanımı elástiki ve muğlaktır. Genişletmek mümkündür.
Ancak, zaten tehlike de böyle bir "genişletmek" girişiminde yatıyor ya!
Çünkü, "Ansikolopedi"de kastedilen genel siyasi coğrafyaya başka unsur ekleyerek tarifi biraz daha "pekiştirmeye" başladığınız andan itibaren, ipin ucu kaçar.
Kaçabilir.
Masûm, iyiniyetli, háttá belirli bir zamanda ve mekánda objektif kıstaslardan yola çıkarak "çizgileri netleştirmek" istediğiniz takdirde, "Pandora’nın kutusu" açılıverir.
Zaten genel olarak milliyetçilikler; özel olarak mikro-milliyetçilikler; şimdilerde ise daha da özel olarak "ulusalcılıklar", aynı kutudan çıkmış hortlakların tá kendisidir!
Zira, çok nadir istisnalar hariç, yukarıda "ülkesathında" diye geçiştirilen "halk" dil, din, ırk, kültür birliği gibi, "ulus" tanımına sonradan eklenen kıstaslarda ayniyet arzetmetmez.
Dolayısıyla, bu farklıkların rizikosunu baştan sezinleyen "modernite"nintarifi kasten esnek tutması, dün olduğu gibi bugün de en doğru yaklaşımdı ve "demode" değildir.
Fakat heyhat, iş bu kadarıyla da bitmiyor!
* * *
BİTMİYOR ve nitekim, Büyük Mustafa Kemal’in aslında yukarıdaki moderniteyle çok uyuşan bir sembolizme başvurarak "ne mutlu Türküm diyene" diye formülleştirdiği dünkü yaklaşımda da, "millet nedir" sorusunda hálen mevcut zorluğu aşmaya yetmiyor.
Çünkü, istesek de, istemesek de "Türk" kelimesi aynı zamanda etnik aidiyet içeriyor.
Oysa, devekuşu misáli kafamızı kuma gömmeyelim, o aidiyeti taşımayanlar veya kendisini öyle hissetmeyenler, bu sözcükle tanımlanan "ulus" kavramını benimsemiyorlar.
Dolayısıyla, insanoğlunun fıtratında mevcut çetrefillik işleri yine çatallaştırmış oluyor.
Tek çáre, modern zamanların en baştan itibaren ve kasten yapmış olduğu gibi, Türkiye’deki millet tarifini bugünkünden daha esnek, daha elástiki ve daha muğlak kılmaktan geçiyor.
Madem ki ay-dın-lan-ma, o halde o devekuşu karanlığını da aydınlatmak gerekiyor.