Hayatımda tek bir defa eşeğe binmişliğim var. Kopil çocuktum ve ya Heybeliada’da, ya Kınalıada’da olacak, kiralık merkepleri görünce "ben de isterim" diye tutturmuştum.
Gaflete düşen ebeveynlerim de bu kaprisime rıza gösterip beni eğere oturttuğu an derhal panikledim ve avaz avaz ağlamaya başladım. Taş çatlasa yüz metrelik turu nasıl attığımı hatırlayınca şimdi bile ürperiyorum.
Eşek ne sevimli hayvandır! Bilhassa da, cánım gözleri pek duyarlıdır.
Oysa, o da hayvan, bu da hayvan ama, hoş bakışlı sevgiliye "ceylan gözlü" demenin iltifat addedilmesine rağmen, asla ve asla aynı sevgiliye "eşek gibi gözlerin var" benzetmesi yapılmaz. Yapılamaz.
Maazallah, bu takdirde sizin gözleriniz oyuluverir. Çünkü eşek, soylu kategoriye girmez ve ahım şahım bir değer biçilmez.
Evet, zaten de kıymeti bilinmediği içindir ki, aslında aynı familyaya mensup olan ve bin bir asalet payesiyle mükafatlandırılan atın yanında, o biçáre eşeğin esámisi dahi okunmaz.
Değil yelesine, sağrısına bile ulaşmaz.
Nitekim, Türkçe’nin "beygirden inip, merkebe binmek" sözü de buna delildir.
O beygir ki, Arabına, İngilizine, Midillisine, hatta katanasına Karun serveti dökülür.
Fakat, ikincisi onun yanında deyimin tam anlamıyla nal topladığından, kasaba panayırlarındaki ucuz pazarlıklar hariç, kimse eşek uğruna kesesinin ağzını açmaz.
En kabadayısı, öküz, inek, koyun, deve gibi, günlük dilde daima mecázi ünlemlere maruz kalan diğer dört ayaklılarla ortak bir gradoda değerlendirilir.
Üstelik, bizdekinden daha farklı olarak, zavallı karakaçan hem Batı’da, hem de Doğu’da bir utanç sembolü işlevi görür.
EŞEK KULAĞI CEZASI
Öyle ve nitekim, eskiden Avrupa okullarındaki haylaz öğrenciler öğretmenleri tarafından, başlarına eşek kulağı simgeleyen kukuleta geçirilerek cezalandırılırdı.
Sayısız karikatürü ve litografisi mevcuttur, tahta önünde dikili ve tek ayakları havada, çocukların haniyse bir anırmadıkları kalırdı.
Yahut, çok daha sonraları, Mao Çin’indeki "Kültür Devrimi" (!), yani kültür kıyımı sırasında, Kızıl Katil’le aynı çizgiyi izlemediklerine hükmedilen muhalifler sokak, cadde ve meydanlarda, yine aynı kukuletalarla teşhir edilirdi.
Dolayısıyla, o da şüpheli ya, cefakár merkebin hemen her kültürde belki belki bir tek katırdan bir kademe yukarıda algılandığını söyleyebiliriz.
Zavallı eşekçik, işte insanoğlunun önyargıları karşısında pabucu dama atıldığı ve haksız yere aşağılandığı yetmiyormuş gibi, bir de bizdeki gibi, diğer bütün besi hayvanlarından önce, kaçak sucuk imalátçılarının paslı bıçağına kurban gidiveriyor.
Hayır, buraya kadar bir "eşek methiyesi", hatta daha dobra söylersek "eşeknáme" yazdığım için, kendimin bu cins bir hayvana sahip olduğum sanılmasın.
Yahut da, yakın bir gelecekte sahip olmak hayalini kurduğumdan, şimdiden kapısını yapmaya çalıştığım düşünülmesin.
Daha neler ve de yok devenin nalı! Pardon pardon, yok eşeğin yuları!
Ne bağlı bahçeli çiftlikte yaşıyorum; ne sayfiye sitesinde kutu evim var, ne de veteriner fakültesinden mezun genç kadın peşinde koşuyorum.
Dolayısıyla, herhalde, yukarıdaki yuları apartmanın girişine bağlayıp sonra da, hırsızlara ve namussuzlara karşı göz kulak olması için de kapıcıya bahşiş verecek değilim.
Kaldı ki, zaten hayatımda tek bir defa eşeğe binmişliğim var!
KİRALIK MERKEPLER
Evet, gerçekten de ilk ve son olarak, çok uzun yıllar önce tek bir defa bindim.
Kopil çocuktum ve ya Heybeliada’da, ya Kınalıada’da olacak, kiralık merkepleri görünce "Ben de isterim" diye tutturmuştum.
Gaflete düşen ebeveynlerim de bu kaprisime rıza gösterip beni eğere oturttukları an derhal panikledim ve "Aman indirin" diye avaz avaz ağlamaya başladım.
Tabii, feryadımdan korkan eşekçik de yine avaz avaz anırmaya koyuldu.
Allah’tan çifte sallamadı ve sırtından silkelemedi.
Ancak, ben zırlarım, eşek anırır, babam azarlar, annem üzülür, eşekçi şaşırır; bir tek hınzır kardeşimin hayvanı azdırmak için kıçından değneklemediği kaldı, taş çatlasa yüz metrelik turu nasıl attığımı hatırlayınca şimdi bile ürperiyorum.
Dolayısıyla, işte oldu olacağı o kadar!
Neme lazım, bir daha zerzevatçının iki yanında iki koca küfe sallanan ve büyük ihtimalle ömrünü yine kaçak sucuk imaláthanesinde bitiren uyuz eşeğine bile yaklaşmadım.
İhtiyatlı ihtiyatlı, kesekağıdında tarttığı domatesleri hep uzaktan aldım.
O halde eşekleri yalnız kitabiyattan, diyelim ki Nasreddin Hoca’nın "Karakaçan"ından, Sanço Panço’nun "Bozoğlan"ından; yahut "Perrault Masalları"nın "Eşek Postu" ndan tanıdığımı ifade edersem, yalan söylemiş olmam.
Biliyorum, şimdi, "Be mübarek adam, madem eşeklerle o kadar da fazla bir hısım akrabalığın yoktur, bu takdirde neden ’Eşek ne sevimli hayvandır’ girizgáhından sonra bütün bir yazıyı eşekler üzerine kurmak eşekliğinde bulundun" diye soracaksınız.
Estağfurullah, sözünü aynen size iade ederim!
Ama asıl siz eşeklik etmeyin de, birinci "eşeknáme"nin gelecek pazar sürecek ikincisine kadar sabırlı olun!