Bir martı sorusu

Ben şimdi, çocukluk hafızamıza olağanüstü olarak yerleşmiş şeylerin yetişkinlikte sıradan olduğunu farkedince yaşadığımız türden bir hayal kırıklığına mı uğradım? Yoksa, burada tam tersi bir durum söz konusu olduğuna, yani martılar her bakımdan bendeki imajın ötesinde bir cázibe çağrıştırdığına göre, böylesine sürprize seviniyor muyum?

Çocukluğumuzun şeyleri, yani diyelim ki evler, insanlar, mekánlar, hayvanlar vs., hafızamızda, gerçekte olduklarından daha büyük, daha geniş, daha cazibeli yer edinirler.

Öyle ki, yürümeye başladığımız iki adımlık odanın bir selamlık kadar ferah; tokadını yediğimiz cüce öğretmenin bir dev kadar uzun; yahut da, okşamaya korktuğumuz finonun bir ejderha kadar yırtıcı olduğu konusunda kesin kanaatlerimiz vardır.

Oysa, yetişkinlik çağına ulaştıktan sonra bunlarla tekrar karşılaştığımızda, aniden, o odanın darlığını, o öğretmenin kısalığını, o köpeğin de cılızlığını farkederiz.

Dolayısıyla da, derin hayal kırıklığına uğrarız ve çoğu defa ağlamaklı oluruz.

*

Garip, bense şimdi bunun tam tersini yaşıyorum.

Çünkü, daha Firuzağa Camii’nde ezán okunmadan önce; daha travestiler müşterileri sepetlemeden önce; daha taksimetreler gündüz tarifesine dönmeden önce, ortalık hafiften hafife ağarmaya başladığı an, sabahın ilk alacasıyla birlikte balkon tırabzanına bir martı konuyor.

Ve, öylesine büyük ki!

Her şafak vakti táa Hayırsız Ada kayalıklarındaki esrarengiz yuvasından mı, yoksa aşağı Tophane rıhtımlarındaki gizli mekánından mı gelir bilemiyorum ama, kaz kadar demesem bile, deniz kuşunun cüssesi hacim itibariyle iri bir ördeği andırıyor.

Ben de şaşırıyorum.

*

Şaşırıyorum, zira yine her sabah, bir türlü tam kapanmayan perdenin aralığından alıcı gözüyle baktığımda, başının, gövdesinin, gagasının, puslu Kuzey denizlerinden tanıdığım ve İngilizcede "gull", Fransızcada "goeland", zooloji lûgatinde ise "larus atlanticus" denilen o koca Okyanus martıları kadar büyük olduğunu farkediyorum.

Zaten, biraz daha yakından incelemek için bazen parmaklarımın ucuna basarak perdeyi ihtiyatla araladığımda, uçmadan ve bana meydan okurmuşçasına, kanatlarını tamamen açıyor.

Bunların genişliği karşısında ikinci bir defa daha şaşırıyorum.

Sonra, camın arkasından bile olsa, ya ilk cigarayı yaktığım çakmağın sesinden hoşlanmadığı için; ya da, sanki gökyüzünde demir perde hududu çizilmişmiş gibi, nedense hiç bir zaman Cihangir Caddesi’nin ötesine geçmeden havada çığlıklar atan hemcinslerinin çağrısına uyduğu için, bu defa gerçekten uçuyor ki, aynı genişlik daha çok ortaya çıkıyor.

*

Tamam, martımı tabii ki Charles Baudelaire’nin "Yekpare deniz kuşları / İzlerler bahtsız gemiyi / Engin yolculuk dostları" diye şiirleştirdiği ve uçan yaratıkların en büyüğü olan o devasa kutup albatroslarıyla karşılaştıracak değilim.

Bu kadarı, abartmanın dániskası olur!

Fakat yine de, başkaları uğrasa bile ertesi sabaha kadar tekrar balkon tırabzanına konmayacağını bildiğim martımın, hafızamdaki genel martı imajıyla kıyaslanmayacak oranda büyük, iri ve cüsseli olması karşısında sonsuz hayretlere düşüyorum.

*

Haklıyım, çünkü çocukluğumda bayağı bayağı korktuğum kaz ve hindilerin ne denli iri olduğunu düşündüysem, bunun tam tersine, martıları daima çok küçük ve çok cılız yaratıklar olarak tahayyül ettim.

Hadi serçe kadar demeyeyim ama, Kadıköy vapurunun uskur suyunda batıp çıkanlardan, iskele balıkçılarının artıklarına dalanlara, zaten ahım şahım kuş addetmediğim martıları hep cüssesi minik, gövdesi çelimsiz ve kanadı entipüf kuşlar olarak gördüm.

Zahir göz alışkanlığından olacak, o çocukluktan táa bu yaşa dek, bizim denizlerin martılarının da aslında, Atlantik’ten Pasifik’e ve kuzeyden güneye, boyut ve hacimleriyle beni çok şaşırtan okyanus martılarıyla haniyse eşit olduğuna hiç dikkat etmedim.

Ama şimdi, hem şafak balkonuna konan martım; hem de onun şaşırtıcılığından ötürü Kabataş’ta, Karaköy’de, Kandilli’de bilhassa ve tekrar tekrar incelemek ihtiyacını hisssettiğim diğer bütün hemcinsleri sayesinde biliyorum ki, martılar çocukluğumdaki martılar değildir!

Onlar büyüktür, iridir, cüsselidir, geniştir!

*

Tabii bugün, kendi kendime şu haklı ve meşrû soruyu soruyorum:

Ben şimdi, çocukluk hafızamıza olağanüstü olarak yerleşmiş şeylerin yetişkinlikte sıradan olduğunu farkedince yaşadığımız türden bir hayal kırıklığına mı uğradım ?

Yoksa, burada tam tersi bir durum söz konusu olduğuna; yani martılar her bakımdan bendeki imajın ötesinde bir cázibe çağrıştırdığına göre, böylesine sürprize seviniyor muyum ?

*

Bilmem! Bilmiyorum! Bilemiyorum!

Zaten aslında, sorunun gerçekten meşrû ve haklı olup olmadığını dahi bilmiyorum.

Bildiğim tek bir şey var:

İster Hayırsız Ada kayalıklarından, ister Tophane rıhtımlarından gelsin ve daha Firuzağa Camii’nde ezán okunmadan önce; ve daha travestiler müşteri sepetlemeden önce; ve daha taksimetreler gündüz tarifesine dönmeden önce, martım şafağın ilk ışıklarıyla birlikte balkon tırabzanına konsun.

Soru da, cevap da umurumda değil, yeter ki martım her sabah orada olsun!
Yazarın Tüm Yazıları