MARDİN vahşeti sonrası yazdığım yazıda facianın hem "etno-sosyolojik" boyutunu vurgulamam, hem de Kürtlerin "kendilerine çeki düzen vermesi" gerektiğini kaydetmem, çok mesnetsiz, çok sorumsuz ve çok tutarsız saldırı ve eleştirilerin hedefi olmama yol açtı.
Bir patırtıdır koptu ki, ağzıma zehir zakkum biber sürülmediği kaldı.
Hadi, "genç subaylar rahatsız""Cumhuriyet"indekini kaale almayalım ama, "NTV"de Ruşen Çakır, "Taraf"ta Rasim Ozan Kütahyalı veya "Radikal"de Yıldırım Türker gibi, kısmen fikir paylaştığım yazarlar dahi endazenin topuzunu kaçırdılar.
Dilin kemiği yok, ne "ırkçılık"ımı, ne "faşistlik"imi, ne "seçkincilik"imi bıraktılar.
Ben ki sıkıya geldiğinde tükürdüğünü yalayan çapsızlardan değilimdir, nokta be nokta yazdığımın arkasında duruyorum ve de bunları yiyip yutarak altında kalacağım sanılmasın!
***
İLKİN, üzerine titrediğim entelektüel namus ve insani etik açısından sanılmasın!
Çünkü, en önce, el insaf! Şahsıma yönelik herzeleri duyan da sanacak ki, sanki bu satırlar yazarı ilk kez 1969’da katıldığı "Devrimci Doğu Kültür Ocakları" toplantısından beri etnik sorun hakkında hiç aralıksız kafa yormamıştır ve de resmi ideoloji tarafından daima inkár edilmiş olan Kürt kimlik aidiyetini tam kırk senedir, yine hiç tavizsiz sahiplenmemiştir.
Yahut, son tahlilde Cemal Gürsel’in "vahşi Kürtler haddinizi bilin,yoksa tepenize ineriz" söylemine varacak bir yaklaşımı daha kibarca ve daha sincice dile getirmiştir.
Ve şaka gibi, sanki "bölücü" (!) suçlamasıyla hakkında davalar açılmamıştır ve yine hakkında, belki binlerce "vatan haini" veya "Kürt muhibbi" küfürnamesi döktürülmemiştir.
***
ANCAK, "egzantirizm" veya "put kırıcılık" peşinde koştuğundandeğil, hem nesnel bir olgu oluşturduğunu saptadığından; hem de "siyaseten doğru" riyasıyla uzlaşmadığından, o aynı kişi aynı Kürtlerin "etno-sosyolojik" sorunu çözümlemek ve "kendilerine çeki düzen vermek" zorunda olduğunu söylediği an, işte birden "ırkçı" (!) ve "faşist" (!) ilán ediliyor.
Yukarıdaki çok tehlikeli ve çok netameli iki kelimeye etimolojik, felsefi ve siyasi bab’da daha sonra geleceğim ama, en önce şunu hatırlatayım: Boşboğazlığın da bir sınırı var!
Tehlikeli ve netameli olduğu ölçüde sonsuz ucuz ve sonsuz kolay olan bu iki sözcüğü telaffuz etmeden; hele hele benim gibi bir insana yöneltmeden önce, bin düşünmek gerekir.
Hop dedik, yoksa Houston Chamberlain’le, Adolf Hitler’le, Nihál Atsız’la, Afet İnan’la veya Mustafa Muğlalı’yla bir akrabalığım falan vardı da, ben mi şimdi duyuyorum?
***
KALDI ki, evet, Kürtlerin "kávmi sorunlar" yaşamakta olduğunu ve "kendilerine çeki düzen vermeleri" gerektiğini vurgulamak hakkıvebilhassa yü-küm-lü-lü-ğü, tabii ki Kürtlerden sonra ama, diğer herkesten kesinkes önce, bana ve benim gibilerine aittir.
Yani, inkarcılığa karşı aynı Kürtleri tavizsiz sahiplenmiş olanların üzerine vazifedir.
Bunu bizler, Kürtlerin kadim ve dürüst dostları ifade etmesse, kim ifade edecek?
Yiğitliğe afáki bir "ırkçılık" boku sürdürmeyeceğiz ve tepeden baktığı varsayılan bir "paternalizm" suçlamasından utanacağız diye, her etnisite gibi Kürtlerin de sahip olduğu bazı vahim zaafları eğer biz dobra dobra söylemezsek; artı, eğer Türk hissiyattan çoğunluğun şimdilik "yiyip yuttuğu" gizli duyarlılıkları dile getirmezsek, giderek meydan kime kalacak?
Şüphesiz, o yiyip yutulanın "kusulacağı" anı kollayan gerçek ırkçılara ve faşistlere!
Dolayısıyla, aynı çoğunluğun aynı saklı duyguları unutur ve küçümsersek, fırsatını yakaladıkları takdirde yukarıdakilerinin becereceği haltlara suç ortağı sayılmayacak mıyız?
"Siyaseten doğru" kalmak riyakarlığıyla Kürtlerin "ilkel" (!) yönleriyle uzlaşırsak, bu defa da Türklerdeki "ilkel" (!) yönlerin keskinleşmesine çanak tutmayacak mıyız?
Konuyu yarın "geleneksel toplum-modernite toplumu" bağlamında ele alacağım.