PAŞA gönül hiç ferman dinler mi, canım Makri koyunda ve Samadirek (Samothraki) Adası’na karşı ızgara ahtapot taam etmeyi çekti. Eh, otobüs bileti de atla deve sayılmaz.
Refakatçimle birlikte, kısacık bir hafta sonu için Dedeağaç’a (Alexandroupolis) gittik.
Mayıslı yolda, Tekirdağ’ı biraz geçtikten sonra vasıta çiş molası verdi.
***
İNDİK, karşımıza kocca bir Namık Kemal heykeli çıktı. Benzinci girişine koymuşlar.
Tabii, láfın gelişi "heykel" diyorum. Aslında bu kelimeyi kullanmaya bin şahit ister.
Anıtın taş, mermer veya demir olduğu sanılmasın. Her halde alçı kalıba dökülmüş.
Bilhassa da, şöyle tam altuni, şöyle tam yaldız yaldız, şöyle tam bangır bangır bir sarı renge boyanmış ki, eh değme gitsin!
"Sergüzeşt-i Ali Bey" romanının yazarı sanki ya Kapalıçarşı kuyumcularında beşi birlik düzmüş; ya da simyagerliğe özenip, kurşunu altına dönüştüren sihirli formülü keşfetmiş.
Açıkçası, Malkara’ya doğru diğer bir benzincide tekrar eşine rastlayacağım bu "heykel" (!), hiç şüphe yok ki "kitsch" dediğimiz o "kötü zevk"i en zirvede taçlandırıyordu.
***
İŞ bununla kalsa, yine iyi! En vahim noktayı "heykel"in (!) ölçekleri oluşturuyordu. Zira yemin ediyorum ki, Namık Kemal’in ellerinin, daha doğrusu devasa "pençeler"inin boyutu hem kafa hacmini aşıyordu; hem de adamcağızın kısacık bacakları, heyüla omuzlu gövde yanında çırpı gibi kalıyordu. Hani bilim-kurgu çizgi filmlerinde "uzaylı" diye sunulan yarı garip-yarı korkunç yaratıklar vardır ya, işte "vatan şairi"nin anatomisi de aynen onlara benzetilmişti.
Her halde, daha mükemmel bir gudubet bulmak için Samanyolu dışına çıkmak gerekir.
***
SONRA, sınıra doğru yola koyulmak için tekrar otobüse binerken içimden dua ettim.
Allah vere de bu hilkat garibesi Tekirdağ parkındaki aslının bir tıpkı kopyası olmasa!
Alt tarafı, bir köy "heykeltıraş"ının (!) tahayyül dünyasından çıksa!
Yani, mübarek adam sanki Mahmutpaşa işportasına fabrikasyon terlik presliyor, hani şu Türkiye’de en çok ve en hızlı Atatürk heykeli ve büstü yapmakla övünen ve niçin hepsinin somurtkan olduğu sorusunu da, hem kel, hem fodul, "başını kaşıyacak zamanı mı vardı, tabii ki gülmezdi" diye cevaplayan "Kemalist" bir taşçı ustası vardır ya, işte benzincideki Namık Kemal tasviri de bu hazretin "sanatkarlık"ı (!) türünden bir "eser" (!) olarak kalsa!
Araştıracağım, dolayısıyla şimdiden önyargılı bir karar vermek istemiyorum.
***
TAMAM da, gerçeğinin aynen kopyası veya değil, özünde ne değişir ki?
Çünkü bu "heykel" başka şeyler de kanıtlamıyor mu? Gözümüze sokmuyor mu?
Çekmece’den hududa kadar aralıksız süren zevksizler zincirini tamamlamıyor mu?
Benzincinin "kitsch"i, bilûmum sayfiye evlerinin yansıttığı mimari dehşetten, reklam ve tanıtım panolarının sergilediği zevksizliğe, genel es-te-tik-siz-lik’le bütünleşmiyor mu?
Ve nasıl oluyor da, aynı hududu geçtiğiniz an bütün bunlar birden değişiveriyor?
Doğu ve Batı Trakya arasındaki çok ciddi bir sosyo-ekonomik fark olmadığına göre, para desen para değil; iktisadi kalkınma desen o da değil, hangi hikmetten dolayıdır ki sınırın iki yakası arasındaki çok derin ve çok "görsel" uçurum böylesine şaşkınlık yaratıyor?
Niçin, Helen estetiğiyle ilgisi olmamasına rağmen yine de, Yunanistan’a adım atıldığı metreden itibaren, bizim taraftaki "göz kirlenmesi" bıçakla kesilmiş gibi temizleniveriyor?
Ve bana sorarsanız bunların cevabını, daha insan anatomisini öğrenmeden o insanın heykelini yontmak cüretkarlığında aramak gerekiyor ki, böylesine bir aculluk "estetikhudut"u da pasaportsuz, kimliksiz, gümrüksüz, vizesiz geçmeye kalkışmak cüretkarlığına benziyor.