Öyle Eyfel kulelerinin ve Loire şatolarının “merkez Fransa”sını kastetmiyorum.
Brötanya, Korsika, Alzas ya da Bask bölgeleri gibi “çevre Fransa”dan söz ediyorum.
Örneğin, yine o Brötanya’ya “başkent” Rennes’e ve illâ turizm isteniyorsa da, aynı yörenin Paimpol’una, Quimper’ine veya pek meşhur Saint Malo’suna falan gidilsin.
Gidilsin ve de ağız bir karış açık dönülsün!
* * *
ÖYLE, çünkü seçilmiş “Brötanya Yerel Meclisi”ni ziyaret edenler; Voltaire lisanına ek olarak, Kelt dilinde yazılmış aynı ibareyi okuyunlar; üç renkli bayrağın yanında göndere çekilmiş Bröton flamasını farkedenler; yine Fransızcaya ilaveten, çift dilde eğitim veren resmi okulları veya mıntıka bildiren trafik tabelalarını görenler, her halde feleği şaşırırlardı.
İtiraf etmeseler dahi, dayattıkları ve inandıkları o tek üniter devlet modeli yıkılıverirdi.
Ve, üç aşağı beş yukarı, Korsika daha da özerk olmak kaydıyla, yukarıdaki Brötanya emsâli hem saydığım diğer bölgelerde, hem de bütün Fransa sathında geçerlidir.
Nitekim son örneği, Genelkurmay Başkanı’nın 30 Ağustos mesajıdır.
Malûm, İlker Başbuğ orada hem özgür tartışma sınırlarına ambargo koymak, hem de Türkiye’nin “üniter devlet” yapısı hakkında “hatırlatma yapmak” (!) girişimde bulundu.
Yazık!
* * *
YAZIK ama bir dereceye kadar kabul, şovenizmin ve uzlaşmazlığın zirvesine doğru tırmanmakta olan MHP ve CHP tabii ki, gündelik deyimle “askerin elini zorladılar”.
Ancak yine de, bütün olup bitenlerden sonra artık gönül istiyor ki, apoletli generaller bundan böyle “apoletsiz generaller”in çığırtkanlığını işitmekte daha “sağır” davransın.
Genel “Ergenekon” süreci ve sivil zanlıların kimliği kulağa küpe olsun da, söz konusu “apoletsiz generaller”in “ordu göreve” sloganında formülleştirdiği şirretliğe ve kışkırtıcılığa aynı ordu metelik prim vermesin.
Umalım ki, ketumlaşacak bir TSK yakında oraya da gelecek ve kendisini asli göreviyle sınırlamak erdemiyle donanacaktır.
Artı, militarist ideolojinin TSK üzerindeki yoğun etkisini de tekrar ele vermektedir.
* * *
ÖYLE, çünkü aşikâr ki, haniyse yarım yüzyıldır, yani 1960 darbesinden bu yana fiili bir dokunulmazlıkla donatılmış olan Silahlı Kuvvetler yeni durumdan rahatsızlık duyuyor.
Zira, mahallede Ku-Klux-Klan fişlemesi; kışlada “lâhika” tutanağı; “Ergenekon”da muvazzaf ve emekli tevkifatı; eğitimde “cezai” bomba pimi falan derken, bunların artık açıkça ortaya çıkmasıyla birlikte, ordu, eski “tabu imaj”ının erozyona uğradığını farkediyor.
Dolayısıyla, “PR” denilen türden bir halkla ilişkiler kampanyasına ihtiyaç hissediyor.
Zaten, kışlaya yeni yazılan “üzerimize kılıç çekilmedikçe, vatanımıza girilmedikçe, milletimiz cefa çekmedikçe, bizden kimseye zarar gelmez” şiarı da aynı ihtiyacı yansıtıyor.
Tabii burada, o sayısı dahi unutulmuş darbe, müdahale ve muhtıralar öncesinde kimin orduya kılıç çektiği; düşmanın nerede vatana girdiği; milletin nasıl cefa çektiği sorularını da sormamız gerekir ama, ben bugün esas sloganı oluşturan “güçlü ordu, güçlü ülke” cümlesi üzerinde duracağımdan, yukarıdaki meşru sorularımıza somut yanıt aramayacağım.
* * *
Söz konusu şahsiyet, Türkçeye ne denli vakıf olurlarsa olsunlar, anadili “Mem-û Zin” lisanından olan insanların Dede Korkut dilini konuşurken yansıttığı ve telaffuzunu yazıya aktaramayacağım o genel sentaks ve gramer vurgulamasıyla, şu tek cümlelik saptamayı yaptı:
“Te-Ce şimdi Kürtlerin kalbini kırmıştır, tamiri de eskisinden zor olacaktır”.
Evet, velev ki mahremde aynı Apo’yu “megalo-manyak katil” diye nitelendirsin, yine de onun yakalanışıyla “Kürtlerin kalbinin kırıldığını” saptamak ihticanı hissediyordu.
¡¡¡
GÜNAHIM kadar hazetmediğim ve bir “Ortadoğu Pol Pot’u” addettiğim için de Kürtlerinin “en büyük talihsizliği” saydığım Apo konusuna başka bir yazıda değineceğim.
Fakat, heyhat ki heyhat, yukarıdaki saptama doğruydu ve hâlen de doğrudur!
Diyelim ki mucize gerçekleşti ve inanılmayacak şey, Türkler ve Kürtler, İbn Haldun’un zikrettiği o kavmi “asabiye”ye haniyse genetik damga vuran asabi mizaçlarını değiştirdiler.
Yani, dün bahsettiğim Çekler ve Slovaklar gibi, son derece “uysallaştılar” (!).
Allah nazar değdirmesin, artık her ikisinin de ensesine vur, ağzındaki lokmayı al!
Dolayısıyla, yine aynı Merkezi Avrupa halklarının Çekoslovakya’yı defnetmeden önce yaptıkları gibi, “madem anlaşamıyoruz, o halde bari ayrılalım” dediler.
Dediler ve de TC Devleti’ni kafa göz yarmadan paylaşmak için masaya oturdular.
* * *
İMDİİ, eh insaf buyurun, camide sadaka değil, Ortadoğu’da devlet “dağıtıyoruz”.
O halde tabii ki, bu işin bakkal defteri usûlü bir hesap ve kitabı yapılacak.
“Kürt açılımı”nı “ABD patentli” (!) olarak nitelendirdikten ve TSK’ya “sakın cevaz verme ha” uyarısını yaptıktan sonra bir de, “sonumuz Yugoslavya olur” diye buyurdu.
Hayır, olmaz!
* * *
OLMAZ, çünkü en önce, ulus-devletler çağına ve dünya sistemine ilişkin olarak dün sıraladığım bir dizi sosyo-politik nedenden ötürü, Türkiye Cumhuriyeti bölünmez. Bölünemez.
Ancaak, Baykal ve Bahçeli’nin iddiası tam tersinden doğru!
Şöyle ki, ısrar istedikleri statüko hala dayatılırsa, yine de Yugoslavya gibi bölünmeyiz ama, ona daha alt düzeyde benzer bir kaosun Türkiye’de ilânihaye sürmesini önleyemeyiz.
Yani Kürt sorununu çözümleyemez ve de çeyrek asırdır yaşanan savaşı bitiremeyiz.
* * *
Ardından, federasyon - konfederasyon seçeneğinin de gerçekçi olmadığını yazmıştım.
Bu ikincisini daha sonraya bırakıp, ilkin şu “bölünemezlik” olgusundan başlayalım.
* * *
EVET, ülkemiz görünür gelecekte bölünmez! Bölünmesi tahayyül dahi edilemez!
Dolayısıyla, gerek bir kesim ultra milliyetçi Kürt’ün “al-kaç” hayalperestliği; gerek bir dizi “beyaz Türk”ün (!) “ver-kurtul” aymazlığı; gerekse de, bilûmum “ulusalcı” taifenin “gitti gider, dahi gider” yaygaracılığı, hezeyandan başka bir şey değildir!
* * *
BU denli kesin konuşmam herhangi bir tabuya iman etmiş olmaman kaynaklanmıyor.
En “kutsal”ları (!) dahil, böylesine dokunulmazlıklar benim defterimde yazmaz.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölünemez! “Ver kurtul” mümkün değildir!
Sınırlarımızdan, siyaseten “Kürdistan” adını taşıyacak bir ülke çıkamaz ve de nokta!
* * *
ÇIKAMAZ ve velev ki ulus-devletlerin aşınma sürecine girdiği şu 21. yüzyıl başında yaşıyor olalım, yukarıdaki alternatifi bir ütopya olarak düşünmek dahi hayalciğin daniskasıdır.
İki marjinal zıt, yani hem talebi dile getiren “ultra Kürt milliyetçiliği”, hem de yukarıdaki “ver kurtul”u bir “ferahlama” sanan “beyaz Türk aymazlığı” boşa kulaç atıyor.
* * *
ÖTE yandan, bu noktadaki