Nitekim, Türklerin “en büyük tehdit” algılamasında ABD ilk sırada yer alıyormuş.
Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu’nun İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa gibi dört metropol şehirde yaptırttığı son kamuoyu taraması işte bu sonuçla noktalanmış.
Oran yüzde yirmi beş küsurata ulaşıyor ki, yuvarlak hesap yüzde yirmi altı diyelim.
* * *
ANCAAK, peki aynı Türkler, “eğer savaş, iç çatışma, doğal afet gibi büyük bir sorunla karşılaşsak en çok hangi ülke yardım eder” sorusuna hangi cevabı veriyormuş?
Sıkı durun, yanıt yine ABD oluyormuş ve oran da yukarıdakiyle tıpatıp eşleşiyormuş.
* * *
İMDİİ,
Demek ki yetmemiş ve demek ki etmemiş!
* * *
ÇÜNKÜ, ağzımdan yel alsın, sosyal demokrat zaten ne kelime, demokrat bile olmayan bir CHP’nin ve şoven milliyetçiliğe barbut atan bir MHP’nin “Kürt açılımı”na ilişkin hiddet, nefret ve öfkesini, “eh, işte asıllarına rûcu ettiler” diye geçtiğimi varsayalım.
Fakat, derhal peydahlanan ve aslında “ulusalcı” ideolojinin “light”, “utangaç” ve “solumtırak” kesimine mensup olan yeni akıldaneler de yukarıdakilerden hiç geri kalmıyor.
Bir; AKP hükümetinin t-a-r-i-h-i girişimi “Obama talimatı”ndan kaynaklanıyormuş.
İki; madem bir Kürt meselesi olduğuna göre, o halde açılım maçılım diye başımıza bir de “Türk meselesi” çıkartmanın alemi yokmuş.
Obama hezeyanına daha sonra geleceğim, önce şu “Türk meselesi”nden başlayalım.
* * *
Eh, ondört gün boyunca “kafa dinlemek” ümidiyle avunmuşsun. Fakat yine de yeni mesaiye, Kürt meselesi gibi Türkiye’nin en hayati konusundan başlamışsın. Angarya geliyor.
Oysa ben de isterdim ki, tatil nihayetlerindeki o beylik girizgâhları tekrarlayayım.
Akdeniz’in sıcağından, Ege’nin mavisinden, Likya’nın taşından falan söz edeyim.
Yani, gündelik gaileye aniden boğulmamak için, tuz pırıltılarını ve yakamoz kıpırtılarını daha bir müddet gazete sütununda ışıldatmaya çalışayım.
* * *
AMA diyelim ki olmadı. Ne Cevat Şakir’in, ne de onun şakirtlerinin “mavi”si benim lacivertimle uyuştuğundan, bu Homerosvâri resmi boyamak işine yanaşmadığımı farzedelim.
Tamam da, en azından, bazı somut gözlemlerden yola çıkarak ve sipsivri bir dil kullanarak, amatör toplumbilimciliğe ve profesyonel estetliğe soyunabilirdim.
Meselâ birinci bab’da, Fethiye - Kalkan - Kaş hattındaki “turistik” (!) lokanta, kahve, vs. hizmetlerinin inanılmaz ölçüde ağır aksak verilmesi konusuna değinebilirdim.
Ve gerçek devlet adamı odur ki, o hedefi barış olarak saptar. Avantajlı barış ise hasmın zorunlu yenilgisini değil, savaş sebeplerinin ortadan kaldırılmasını gerektirir.”
Yukarıdaki satırları, 20. yüzyılın en dâhi stratejistlerinden birisi addedilen John Frederick Fuller’in, “Savaşın İdamesine Dair” adlı başyapıtından tercüme ettim.
* * *
İNGİLİZ askerin bu yaklaşımı, çeyrek asırdır PKK’ya karşı yürütülen “düşük yoğunluklu savaş”tan yola çıkarak üç gündür burada öğretisine değindiğim ve Fuller’den bir önceki yüzyılın dev stratejisti olan Carl von Clausewitz’in teorisiyle bariz biçimde çelişiyor.
Britanyalı general Prusyalı komutan gibi, savaşın tek hedefini, hasmı ezen bir “zafer”le özdeşleştirmiyor. Aksine, aynı “zafer”i izafi kılıyor. Amaç değil, bir araç olarak görüyor.
Çünkü, Manş ordularının tank subayı o savaşın o tek hedefini b-a-r-ı-ş olarak saptıyor.
“Gerçek devlet adamı bunu bilir” diye altını çizdikten sonra da, “avantajlı barış”ın illâ hasmın yenilgisiyle değil, savaş sebebinin ortadan kalkmasıyla gerçekleşeceğini ekliyor.
Zaten bizim açımızdan da konunun bam teli tam buraya odaklanıyor!
Ve malûm, o satrançta partiyi kazanmak için, ne yapıp yapıp, en değerli taş konumundaki “Şah”ı kımıldayamaz duruma getirmek gerekir. Mat deyince de kelle devrilir.
“Pat” beraberliği hariç, ya “mutlak galip”, ya da “mutlak mağlup” vardır.
* * *
OYSA buna karşılık, ilk bakışta piyonlu oyundan daha kolaymış gibi gözüken fakat aslında onunla kıyaslanmayacak oranda stratejik atılım ve taktik hamle alternatifi sunan go, böylesine açık ve aleni bir kesinliğe “tenezzül etmez” (!). Diyelim ki, daha muğlaktır.
Sahanın yüzde 51’ini denetleyen partiyi kazanır. Yüzde 49’uyla yetinen de kaybeder.
Yani, satrançtaki türden bir “zafer” veya “hezimet” söz konusu değildir.
Belki iki oyun arasındaki bu fark, moralist Konfüçyüsçü kültürün ritüalist Hindu kültüre oranla daha izafi bir etik içermesinden kaynaklanıyor ama, konumuza girmiyor.
* * *
Çünkü, o askerlik sanatının kriterlerini bilmezsek, ne biz siviller üniformalı kaygıların derinine vakıf olabiliriz, ne de onları savaşsız bir çözüm alternatifine ikna edebiliriz.
Dolayısıyla, dünya harp akademilerinde öğretilen genel savaş teorilerinden başlayalım.
* * *
BU teorilerin modern tarihteki dâhisi addedilen Carl von Clausewitz, o ünlü “Savaşa Dair” başyapıtında, bütün savaşları, “siyasetin şiddet yoluyla sürdürülmesi” diye tanımlar.
Başka bir deyişle, “militer” yöntem “politik” amaca ulaşmak için bir araçtır.
Sonra, Prusyalı general her savaşın mutlaka üç “stratejik hedef” güttüğünü zikreder.
Bir; düşmanın silahlı kuvvetini ezerek onu yenmek. İki; hasım ordunun telef askeri güçlerini ve diğer kaynaklarını ele geçirmek. Ve nihayet üç; kamuoyunu kazanmak.
Şimdi, teoriyi TSK ile PKK arasındaki “düşük yoğunluklu savaş”a projekte edelim.
Ve, o savaş hala bitmedi. Kâh tempo yükselterek, kâh azaltarak, melûn seyrini izliyor.
Tabutlar bayrağa sarılıyor, anneler ağıt yakıyor, göç artıyor, milli servet heba oluyor.
Evet ve heyhat ki heyhat, bu “düşük yoğunluklu savaş” bir vampir oburluğuyla, Türk veya Kürt, ortak ülkemizin ortak kanını sinsice emmeye devam ediyor.
* * *
BAŞIMIZI devekuşu gibi kuma gömerek kendimizi kandırmaya çalışmanın âlemi yok, durum yukarıdaki gibidir! Bunu da en çok, “ateşin düştüğü yerde yananlar” biliyor.
Ne Apo’nun mahpusa tıkılmış olması, ne de “kısmi açılımlar” yapılması, söz konusu PKK’yı bitirmedi. Arbede sona ermedi ve cenaze levazımatçıları iflas bayrağı çekmedi.
Çünkü, günü kurtarmaktan öteye gitmeyen bu zapti ve palyatif tedbirler, Türkiye’nin en temel ve en hayati meselesi olan Kürt Sorunu’na kalıcı çözüm getirmeyi hedeflemedi.
İnadım inat, ülkemizde tahakküm kurmuş olan statüko ideolojisi o Kürt Sorunu’nun aslında tamamen bir “Türk Sorunu” olduğunu ve ikincisi çözümlenmediği müddetçe de birincisinin asla ve asla hale yola girmeyeceği gerçeğini reddetmek ısrarını sürdürdü.
Zaten daha gişelere gelmedim, yeraltı salonundaki koca fotoğraf panolarına ek olarak, sesi de bangır bangır açılmış dev ekran televizyon olaylara ilişkin görüntü yansıtıyordu.
Bunları izleyen kalabalığın arasından seğirttim ve fünikülere saptım.
Sonra, Tophane, Karaköy ve Sultanahmet duraklarında, görevlilerin aynı sergi afişlerini, aslında haklı olarak diğer afişlere yasak olan cam vitrinlere yapıştırdığını farkettim.
Yani aşikâr ki, Taksim’deki “faaliyet” belediye himayesi altında düzenlenmektedir.
Olmaz ve olamaz!
* * *
OLMAZ ve olamaz, çünkü Türkiye’nin en büyük şehrinin belediyesi eğer o şehrin en büyük meydanını, dünyanın yine en büyük ülkesini hedef alan bir “husûmet sergisi”ne mekan ve imkan olarak tahsis ederse, ister istemez ipin ucu kaçar. İşler fena halde sarpa sarar.
Ayıkla pirincin taşını, bundan sonra ne “reel politik” devlet ilişkilerin zedelenmesi engelleyebilirsiniz, ne de halklar arasında açılacak uçurumun boşluklarını giderebilirsiniz.