Paylaş
Öyle Eyfel kulelerinin ve Loire şatolarının “merkez Fransa”sını kastetmiyorum.
Brötanya, Korsika, Alzas ya da Bask bölgeleri gibi “çevre Fransa”dan söz ediyorum.
Örneğin, yine o Brötanya’ya “başkent” Rennes’e ve illâ turizm isteniyorsa da, aynı yörenin Paimpol’una, Quimper’ine veya pek meşhur Saint Malo’suna falan gidilsin.
Gidilsin ve de ağız bir karış açık dönülsün!
* * *
ÖYLE, çünkü seçilmiş “Brötanya Yerel Meclisi”ni ziyaret edenler; Voltaire lisanına ek olarak, Kelt dilinde yazılmış aynı ibareyi okuyunlar; üç renkli bayrağın yanında göndere çekilmiş Bröton flamasını farkedenler; yine Fransızcaya ilaveten, çift dilde eğitim veren resmi okulları veya mıntıka bildiren trafik tabelalarını görenler, her halde feleği şaşırırlardı.
İtiraf etmeseler dahi, dayattıkları ve inandıkları o tek üniter devlet modeli yıkılıverirdi.
Ve, üç aşağı beş yukarı, Korsika daha da özerk olmak kaydıyla, yukarıdaki Brötanya emsâli hem saydığım diğer bölgelerde, hem de bütün Fransa sathında geçerlidir.
* * *
GÖRDÜNÜZ, işime çok daha gelecek diğer esnek üniter devletlere hiç değinmedim.
Aksine, kaskatılığı her yerde parmakla gösterilse bile, yine de Fransa’yı örnek verdim.
Zira malûm, Paris’in 1789’dan sonra sistemleştirdiği tekilci ve ultra-merkeziyetçi model, 1923’den beri ısrar ettiğimiz modelin tâ kendisidir. Bizimkisi kopya veya “patent”dir.
O halde, nasıl oluyor da tüm yerellikleri çok uzun süre yasaklamış; Vendée bölgesinde işi katliama vardırmış; 1. Harp askerlerinin yarısı resmi dili bilmediği için Oksitan ve Bröton “zaiyat taburları”nı namlu ağzına sürmüş; aynı Brötonları uşaklık, orospuluk ve aptallıkla özdeşleştirmiş bir Fransa, kısmen dahi olsa, bugün yukarıdaki biçimde elâstikileşiyor?
Niçin, 1982 “idari reformu”ndan beri nispi bir adem-i merkeziyetçiliğe kayıyor ?
Madem ki “aslı” dahi artık böylesine bir evrim izliyor, bu takdirde ancak “patent” sahibi bir Türkiye neden eski üniter devletinin güncelleşmesine karşı hırsla direniyor?
* * *
İLKİN, soruya “özgürlükçü” vereceğiz diye kendi kendimize haksızlık yapmayalım.
Hatta nalıncı keseri yontalım ve daha en baştan, modern anlamda “merkezileşmek” ve “uluslaşmak” açısından Türkiye’nin Fransa’ya oranla hayati bir rötarı olduğunu saptalım.
Unutmayalım, monarşiyi fiilen mutlak kılarak bir anlamda ulus-devlet tohumunu atan 14. Louis, aynı işin sırf ilk bölümüne eğilen 2. Mahmut’dan bir asır önce saltanat sürmüştür.
Sonra, söz konusu ulus-devletin pratik gerçekleşirlik aşamasına gelindiğinde, zaten buna öncü olan Paris’le 1923 Cumhuriyeti’miz arasındaki uçurum bir buçuk yüzyıla ulaşır.
O halde, bizden çok daha uzun bir süreç yaşadığı ve “tekilleştirme” operasyonunu 20. asır başında noktaladığı için artık korkusu kalmayan; dolayısıyla da yerel dil eğitimlerini bile resmi kılacak ölçüde “liberalleşen” (!) bir Paris’e karşılık, eski “hortlaklarını” öldüremeyen ve hala bilinçaltındaki “Sevr kompleksi”yle didişen bir Ankara’nın en katı ve en anakronik üniter devlet kavramında ısrar etmesini, eh bir dereceye kadar “anlayışla” karşılamak gerekir.
* * *
İŞTE nalıncı keserini kendimize yontum ama, hepsi bu kadar! Başka mazaret yok!
Çünkü dikkat, yukarıda “bir dereceye kadar” diye bilhassa vurguladım.
Oysa o ölçek, yani üniter devlete ilişkin şablonumuz artık hem aşındı, hem de aşıldı.
En az, bugüne dek “patent”ini kullandığımız bir Fransa kadar yenilenmek zorundayız.
Artı, doğrudur, zamana yayılma itibariyle bu aşamaya o Fransa’dan daha erken geldik.
Ve, istesek de, istemesek de erken gelecektik ki, nedenlerini cumartesiye bırakıyorum.
Paylaş