Paylaş
Kızımın da annesi olan ve hala çok dostane ilişkiler sürdürdüğüm ilk karım, inançlı Katolik geleneklerden inen ve daha 19. yüzyıl başlarında merkantilizmden sanayiye geçmiş bir Belçika burjuvazisinin değerlerini yansıtan, bayağı kalburüstü bir aileye mensuptu.
Ve bu aile, o burjuvaları “gerçek burjuva” kılan hazmetmişlik erdemiyle donanmıştı.
* * *
HER neyse, işte kerimeleriyle flört ediyorum ve o kerime de “günah korkusu”yla durumu ebeveynlerinden gizlemeyi reddediyor ya, familyayla tanışmak mecburiyeti doğdu.
Mösyö peder matmazel kızına, “şu yavuklunu bir getir bakalım” talimatını vermiş.
Ben ki o sıra tam yirmi yaşındayım, başımda kavak yelleri esmesi ne kelime, “cinnet yılları”na bodoslamadan dalmış olduğum için bizzat kendim hem esip, hem de kesiyorum.
Tabii en başta da yukarıdaki tür burjuvaları kıtır kıtır kesiyorum.
Dolayısıyla, sırtta parka ve ayakta postal, gayet küstah bir edâyla sevgilinin evine vasıl olduğumda, nevrimi döndürecek tek kelime söylendiği an, kapıyı vurup çıkmaya hazırım.
* * *
AMA öyle olmadı. Aksine, tüm aile hem o burjuva oturmuşluğuyla, hem o Hristiyan insancıllığıyla, hem de o tecrübe ağırbaşlılığıyla daha ilk andan itibaren bana öyle hoşgörülü, öyle samimi ve öyle sıcak yaklaştı ki, şaşırmak bir yana, bende vahim korkular başgösterdi.
Hoşafın yağı kesilip onlara karşı “müsamahakar hisler” beslemeye başladığımdan, kentsoylulara karşı daima bilemem gereken “sınıf kini”min ehlileşeceği endişesine kapıldım.
Üstelik, bu da nereden çıktı, Türk olduğum için beni el bebek, gül bebek tutuyorlar.
Tamam, kendi kendime dahi itiraf etmesem bile burjuvaların aslında proleterlerden daha az ırkçı olduğunu ve Hristiyanlığın da etik olarak aynı ırkçılığı reddettiğini farkediyorum ama, yine de böylesine “pro Türk”, böylesine “hayran” bir yaklaşıma anlam veremiyorum.
Fakat bir müddet sonra Vehbi’nin kerrâkesi ortaya çıkıverdi.
* * *
EFENDİM, söz konusu anne ve babada mevcut Türk imajı ne Batı kolektif hafızasına kazındığı varsayılan eli baltalı yeniçeri; ne de kırk-elli kilometre ötedeki kömür kuyularına inen tıknaz cüsseli, pala bıyıklı ve köylü kasketli “gurbetçi” imajlarıyla özdeşleşiyordu.
Aşağıdaki “Türk” tarifini yapıyorlar ki, kulaklarıma inanasım gelmiyordu:
* * *
EBEVEYNLERİN “Türk hatırası” çocukluğa uzandığına göre demek ki ya yirmili yıllar sonu, ya otuzlu yıllar başlangıcı olmalı, çok alımlı, çok yakışıklı, çok centilmen ve çok kranta hanımlar ve beyler şoförlerin kullandığı lüks otomobillerle; artı, mahiyetlerindeki zenci dadı ve Fransız mürebbiyelerle, o pek ünlü kaplıca kenti Spa’da sayfiyeye gelmektedirler.
Gündüzleri bütün lisanları konuşarak kortlarda tenis oynamaktadırlar. Şampiyondurlar.
Akşamları da kâh bizzat bizimkilerin ebeveynleriyle briçe oturmaktadırlar, kâh balo salonunun “dine dansan” pistlerinde tango veya fokstrot kral ve kraliçesi seçilmektedirler.
Beyler cuma günleri gazino yönetiminin emirlerine amade kıldığı mescidde namaza durduğunda ise hanımlar Rus konteslerle birlikte Liege’de alışverişe gitmektedirler.
Yaz bitip “Türkler geri döndüğünde” de, artık Spa’nın neşesi falan kalmamaktadır.
* * *
EH aptal değilim, sevgilimin ebeveynlerinde yer etmiş olan ve dolayısıyla da beni ve ilişkimizi “kurtaran” (!) “Türk imajı”nın nereden kaynaklandığını tabii derhal anladım.
Aşikar ki onların bu gerçeküstü “Türk imajı”, o sıra sürgünde yaşayan ve nihai taht vârisi cuma günü vefat eden “son Osmanlılar”la özdeşleşiyordu ki, konuya yarın gireceğim.
Paylaş