Yani, galipler şimdiyi meşru kılabilmek için geçmişi tahakküm altına alırlar.
Daha açıkçası, gerekirse maziyi toptan çarpıtırlar. Gerçeğin gözünün yaşına bakmazlar.
Nesnelliği, tarafsızlığı, mesafeliliği hiçe sayarak, o maziyi nalıncı keseriyle yontarlar.
Sonra da, yalnız bu budanmış varyantı öğretirler. Huniyle boca ederler. Şartlandırırlar.
Ve yine gerekirse, söz konusu resmiyet dışına taşacak bütün sorgulamaları yasaklarlar.
* * *
NİTEKİM 1915 Ermeni Tehciri; başta Dersim, çeşitli Kürt isyanları; Said-i Nursi ve benzeri “irticai” (!) olaylar; gayr-ı Müslimlere karşı uygulanmış baskı politikaları falan, tüm bunlar çok ciddi bir “budama operasyonu” gerçekleştikten sonra bizlere ulaşmıştır.
Dolayısıyla, geniş kitleler olarak tarihi, onu bilmemize izin verildiği ölçüde, formatta ve bilinçte bilebiliyoruz. Ötesini ya gerçekten bilmiyoruz, ya da öğrenmeyi reddediyoruz.
* * *
MALÛM, CHP’li Onur Öymen, Dersim katliamını alenen sahiplendi.
Ama eğer farkındaysanız, onun bu vicdansızlığı demokrat ve özgürlükçü şahıslar tarafından hem kıyasıya eleştirildi, hem de yine onlar açısından bir ferahlama vesilesi oldu.
Hele hele, özrü kabahatinden büyük ve inadım inat, “neo-ittihatçı - ulusalcı” sözcü çizmeyi aşıp bir de “Atatürk de mi faşistti” diye meydan okuyunca aynı demokratlar aynı Öymen’e bu defa şükran beyan ettiler ki, böylesine bir müteşekkirlik aslında çok doğaldır.
* * *
DOĞALDIR, zira en ceberut ve en bağnaz “resmi ideoloji”nin temsilciliğini üstlenen o Öymen belki basireti bağlanıp, belki maskesini yırtıp “baklayı ağzından çıkartmakla”, kendisi hiç farkına varmasa bile, aslında cini de şişeden çıkartmış oldu.
Başka bir deyişle, “neo-ittihatçı - ulusalcı” sözcü, hem söz konusu “resmi ideoloji”nin tahakkümünden, hem de onun yarattığı şartlanmadan ötürü demokrat ve özgürlükçülerin ancak çağrışımıyla yetinebildiği; ancak kaş gözle işaretleyebildiği Pandora’nın kutusunu açtı.
Dolayısıyla da, gaflete düşen CHP temsilcisine nazik teşekkür borcumuz doğdu.
Yani, hileyle, dümenle, daleveraya kandırılmış olan şahıs “kafese girmiş” sayılır.
Ve her kafes esaretle özdeşleşir! Çünkü her kafes özgürlüğün zıddıdır!
Hayvanat bahçesindeki kaplan, kuş şakımasında kanarya veya akvaryumdaki balık pusuya düşürüldüğü için kafese girmiştir ve o andan itibaren de hürriyetinden kopartılmıştır.
UZATMAYAYIM, girizgâhı niçin “kafes” sözcüğüyle yaptığımı herhalde anladınız.
Çünkü, “Taraf” Gazetesi, geçen hafta hayati bir belge daha yayınladı.
Buna göre de, eğer iddia doğruysa, şimdiye dek TSK bünyesinde halk iradesine karşı tezgâhlanmış tüm komploların en korkuncu olduğu anlaşılan bir kumpas daha düzenlenmiş.
Ve onu hazırlayan “Bahriye Cuntası” bu operasyonu “Kafes” kod adıyla vaftiz etmiş. Tabii yine eğer iddia doğruysa, içinde neler yok ki!
Poyrazköy’de gizlenmiş silahları kullanarak gayr-ı Müslimleri katledip cinayetleri “dinciler”in (!) üzerine atmak girişiminden tutun da, Koç Sanayi Müzesindeki denizaltıda bomba patlatıp ülkede gerilim tırmandırmak stratejisine; “Taraf”ta isim veya rumuzları teker teker sıralanan subaylar gerçekten inanılmaz ölçekte melun bir “kafes ağı” örmüşler.
Belli, bu zabitler “kafese koymak” tabirinin ötesinde, semtinde yetiştikleri Kasımpaşa argosunun “mandepsiye getirmek” ve “tufaya bastırmak” deyimlerini de biliyorlar.* * *UZATMAYAYIM, girizgâhı niçin “kafes” sözcüğüyle yaptığımı herhalde anladınız.
Çünkü, “Taraf” Gazetesi, geçen hafta hayati bir belge daha yayınladı.
Sosyal dinamikleri arkadan izler. Onlara öncü müfreze değil ayak bağı olur. Bu da doğaldır! Yadırganacak bir yanı yoktur. Zira perşembe günü de vurguladığım gibi, her hukuk öz itibariyle belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda geçerli olan adet, örf ve geleneklerin yaptırıma dönüştürülmüş şeklidir. Oysa o adetler, o töreler, o gelenekler, o tarzlar hayatın seyrine paralel olarak değişir. Ve, yasallığını bunların geçmişteki durumuna göre inşa etmiş olan, dolayısıyla da onların bekçiliğini üstlenen hukuk söz konusu değişimlere karşı direnç gösterir. Yani özetlersek, bütün hukuklar biraz “statüko muhafızı”dır!
* * *
FAKAT dikkat, ceberutluk çağrıştıran “statüko zaptiyesi” deyimini kullanmadım. Olumlu bir korunganlık da yansıtan “muhafız” kelimesiyle yetindim.
Çünkü toplumların muhafızlığa da ihtiyacı vardır. Her değişim illâ “ileri” değildir. Tamam da, “muhafızlık”la “zaptiyelik” arasındaki nüans nedir? Kıstas hangisidir? Bir hukuk sisteminin değişimi dengeleyen bir “muhafazakarlık”la mı, yoksa onun önüne tamamen set çeken bir “gericilikle” mi donandığına kim, nasıl karar verir?
* * *
ANCAK, evet bu muallâklık mevcuttur ama yine de bazı durumlar vardır ki, kör kör parmağım gözüne misali, hukuk sisteminin o statüko zaptiyeliğine soyunduğu göz çıkartır. Bu durum en önce, toplumdaki politik, ekonomik ve sosyolojik değişim dinamikleriyle aynı hukuktaki durağanlık direnci arasındaki mesafenin çok açıldığı virajlara tekabül eder. Artık uçurum derinleşmiştir. Çelişki uzlaşır olmaktan çıkmıştır ve zıdda dönüşmüştür. Zaten ikinci durumda da geniş toplumsal katmanlar, başta yüksek yargı olmak üzere, hukukun işleyiş mekanizmasını oluşturan adalet merciinden şüphe duymaya başlarlar.
Onun, demokrasilerin kuvvetler ayrılığı ilkesindeki bağımsızlık ayrıcalığını suistimal ettiği ve yukarıdaki dönüşümlere meydan okuduğu kanaatine varırlar.
Hep o bağımsızlıktan dem vurduğunu, ama yine hep tarafsızlığı es geçtiğini mimlerler. Dolayısıyla da, partizan davranıldığı kanaati aynı toplumda yerleşiklik kazanır. Yani, güvenilmesi gereken adaletin bizzat kendisi güven krizinin nesnesi haline gelir.
Dini veya laik; Rumi yahut Hindu; yerel ya da evrensel, her hukuk özünde budur.
Yani hukuk, belirli bir insan topluluğunun belirli bir zamanda ve belirli bir mekânda benimsemiş olduğu toplumsal değerlerin artık yaptırıma dönüştürülmüş şeklidir.
Ona uymak zorunluluğu vardır ve dışına çıkmak cezai müeyyidelerle yasaklanmıştır.
* * *
FAKAT hukuk durağan bir şey değildir. Artı, tıpkı ahlâk gibi, mutlak da değildir.
Yaşanan süreç içinde değişir. Yaşanan yere göre de değişir. Daima görecelik arzeder.
Örneğin, Eskimoların miras hukuku klan ortaklığına dayanır ve bizimkine benzemez.
Veya, Türk geleneğinde ölen hakanın yerini büyük oğlun alması kural oluşturmadığı içindir ki, şimdiki kıstaslarımızla vahşi addetsek bile, ilk ve orta Osmanlı dönemlerinde tahta çıkan şehzadenin kardeşlerini öldürtmesi, geri fakat yine de normal bir devlet hukukudur.
Cem Boyner buralarda Türkiye’nin demokratikleşmesi yönünde konferanslar verdi.
O sıra Bonn’da Büyükelçi olan Onur Öymen ise hem Köln’deki toplantıya katıldı, hem de bizler için sefarette akşam yemeği düzenledi.
* * *
DOĞRUSU çok şaşırmıştım. Zira çeyrek asırdır şahsen tanıdığım ve darbeci “Yön-Devrim” geleneğiyle eski flörtünü bildiğim Öymen’in bağnaz bir “resmi ideoloji” avukatı ve inanılmaz bir “devlet fetişisti” olduğu zaten bütün dışişleri camiasının malûmudur.
Dolayısıyla, eniştemizin bizi öpmesine ve bu ilgiyi göstermesine anlam veremedim.
Nitekim zaten surat bir karış dinlediği ve konuşurken her cümlesinde renkten renge girdiği Boyner kendisinin düşündüklerinin tam tersini ifade etmiyor muydu?
Kaldı ki YDH’nın eti ne, budu ne, böylesine şatafatlı davet de nereden icap etti?
* * *
Sanki o demokrasi o cumhuriyete hasımdır! Sanki biri yekdiğerinin alternatifidir!
Ve madem bu hazretler hep Fransız cumhuriyetçiliğinden dem vuruyorlar, eh ben de tuttum, yine cumhuriyetçiliği sahiplenen ve yine Fransız olan; artı, ünlü “CNRS”de müdürlük yapan Jean-François Bayart’ın “Liberation”daki son yazısını kısaltarak tercüme ettim.
* * *
“SARKOZY Türkiye’nin üyeliğini Avru-pa’nın ‘doğal sınırları’ adına reddediyor gözüküyor ama herkes anlıyor ki bununla ‘kültürel sınırlar’ı kastetmektedir. Ve Türkiye’ ‘nin kültürü İslamdır. (Sarkozy’ye göre) Avrupa’yla, hatta Cumhuriyet’le bağdaşmaz
Oysa Türkiye cumhuriyette yaşıyor. İslamı demokratikleşti. Aynı İslam millet kavramını, cumhuriyetçi kurumları, medeni hukuku, pazar ekonomisini, vs. benimsedi. Siyasi katılımda partileşmeyi seçti. Birbirlerine az çok rakip çoğul kurumlar oluşturdu.
Zaten de, bir yandan bizzat inançlılar (mütedeyyinler kastediliyor) oylarını farklı aktörlere dağıtırken, öte yandan da dindar olmayanlar Müslüman partilere oy veriyor.”
* * *
“ÖTESİ, o İslam Kemalist cumhuriyetin demokratikleşmesinde belirleyici oldu.
Doğrudur, terimi siyasi açıdan “müesses nizam” olarak tercüme etmemiz gerekiyor.
Fakat aslında bu sözcük, mevcut olan, devam eden, hüküm süren her hangi bir durumu tanımlar. Yani, nesnel bir saptamadan öteye geçmez. Fotoğraf objektifindeki suretin tespitidir.
Ama pek çok ifade tarzında olduğu gibi statüko kelimesini kullanırken de iki farklı geri plan çağrıştırıyoruz.
İlkin, “mevcut durum”un zamana yayıldığını ve kalıcılık arzettiğini kastediyoruz.
Sonra da bu durağanlığı saptamakla birlikte, yine geri planda bir devinim, bir değişim olduğunu hissettiriyoruz. Hiçbir statükonun ilelebet sürmeyeceğinden yola çıkıyoruz.
Ve, böylesine bir değişimden itibaren de bir önceki statüko, Latincede o önceki anlama gelen “ante” deyimine atfen “statüko ante” diye tanımlanır.