TABİİ ki güneşin ufukta kaybolduğu yerdir. Dünya yuvarlak olduğu için de izafidir.
Ama yukarıdaki soruyu sorarken coğrafi yönü kastetmedim. Felsefi, beşeri, siyasi boyuttaki genel bir “değerler manzumesi”ni kastettim. Ve malûm, böylesine bir “Batı” kavramını kasten büyük harfli imlâyla yazıyoruz. Zaten bunu yapmakla da bütün o geri planı çağrıştırmış oluyoruz. Çok zor cevabı yarın aramaya çalışacağım, önce niçin bu soruyla başladığıma geleyim. * * * ÇÜNKÜ dış politika son gelişmelerinden ötürü Türkiye’nin eksen kayması yaşayıp yaşamadığı tartışılıyor. Üstelik konu yalnız iç bünyede değil bizzat o Batı’da güncelleşiyor. Nitekim en prestijli gazetelerin fikir sayfalarında veya Avrupa Parlemantosu grup toplantılarına yahut Amerikan “think tank” kurumlarının beyin fırtınalarına bakın, Ankara’nın o “eksen”den çıkıp çıkmadığına dair makaleler, incelemeler, öngörüler gırla gidiyor. Yani Batı’nın kendisi de Türkiye’nin Batı’dan uzaklaşabileceği endişesine kapılıyor. * * * FAKAT doğru, bunların hepsinde de jeo-stratejik kaygıları ağır basıyor. Ayrıntıya girmeyeceğim, farklı bir Ankara’nın yaratacağı zararlar falan hesaplanıyor. Üstelik bizim açımızdan da, “haspalar Türkiye’yi ne zaman gerçek anlamda kendilerinden addetmişlerdi de şimdi tasalanıyorlar” demek belirli bir haklılık arzediyor. Ama dikkat, hiç unutmayalım ki burada ta-lep-kar taraf biziz! Daima da biz olduk! Zira, aslında aidiyetini taşımadığımız bir Batı’ya dahil olmak iradesini beyan ediyoruz. Dolayısıyla da kaçınılmaz olarak bir “eşitsizlik ilişkisi” yaşıyoruz. Turan Güneş’in meşhur benzetmesiyle pişpirik oynarken briç masasında yer talep ettiğimiz içindir ki, ister istemez o briçin kural koyucularına uymak zorunda kalıyoruz. Ancak tekrar dikkat, bunu bir yakınma ve sızlanma şeklinde söylemiyorum. * * * EVET evet, yukarıdaki durumdan dolayı ne yakınmak, ne de sızlanmak gerekiyor. Çünkü o briçin o piştiye oranla çok daha çetrefil bir oyun olduğunu hepimiz biliyoruz. Böyle bir çetrefillik ise beyin melekelerini harekete geçirmek; dolayısıyla hem manevi varlığı farklı düşünmek, hem de maddi hayatı daha iyi yaşamak açısından avantajlar sağlıyor. Zaten Batı’nın hâlâ ve hâlâ “eksen referansı” oluşturması da buradan kaynaklanıyor. Bu takdirde de, son Osmanlı döneminde yapılmış olan ve ilk Cumhuriyet döneminde mutlaklığı tekrar teyit edilen “Batı tercihi” doğru, makul ve gerçekçi bir seçim oluşturuyor. Bütün mesele briç kurallarına hakkıyla öğrenmekten, onlara kesinkes uymaktan ve kartları en mahir biçimde kullanacak seviyeye ulaşmaktan geçiyor. Ve işte, hanidir yaşadığımız bu süreci de kâh “Garplılaşmak”, kâh “muasırlaşmak”, kâh da “çağdaşlamak” olarak tanımlıyoruz ki, son tahlilde hepsi aynı Batı kapısına çıkıyor. * * * EVET oraya, yani o “değerler bütünü” Batı’sına çıkıyor! Aşağılık komplekslerine kapılarak ve “öteki” korkularına sürüklenerek söz konusu Batı’yla “çağdaşlık” arasına set çekmek ve bunların ikisini farklı şeylermiş gibi sunmak ise yalanın daniskasını oluşturuyor. Zira ister itiraf edilsin, ister edilmesin, en baştan beri dünyadaki ve Türkiye’deki tüm teori ve pratiklerinde “muasırlaşmak” özünde daima “Garplılaşmak” durumuna tekabül etti Gerisi lâf-ı güzaftır, çünkü bizzat o “çağdaşlık” kavramının mucidi Batı’dır! “Asrilik” veya “modernlik” atılımı benimsendiği an, bilinçaltı muhtemelen kendine rağmen Batı düşünce sistematiğinin parametrelerini kabullenmiş demektir. İnkârı da komiktir! Yukarıdaki zor denklemi çözümlemek için cevaplamak zorunda olduğumuz ve benim de en baştan sorduğum “Batı nedir” sorusuna az – çok bir yanıtı yarın aramaya çalışacağım.