İŞTE 12 Eylül’de gerçekleşecek olan ve özgürlükçü ve sivil bir demokrat olarak tabii ki benim de göğsümü gere gere “evet” diyeceğim Anayasa referandumuna tam bir ay kaldı.
O halde bugünkü ortama kısaca göz atalım ve her şeyden önce şu saptamayı yapalım: Oylama artık “referandum” olmaktan çıkmıştır. “Plebisit”e dönüşmüştür! Bu, çok kötü ve çok talihsiz bir gelişmedir! Eksen kayması denilen şeyin ta kendisidir! Ama önümüzde otuz gün mühlet vardır ve o ekseni yerine oturtmak hala mümkündür. Buna cumartesi değineceğim, fakat şu referandumla şu plebisit arasında ne fark nedir?
REFERANDUM sözcüğü Latince kökenlidir. Bir meclise, bir cemaate, bir foruma rapor, lâyiha, tasarı, metin sunmak anlamına gelen “referre” fiilinden türemiştir. Zaten “kıstas” manasıyla Türkçeye girmiş olan “referans” da aynı fiilin varyantıdır. Her halükarda siyasetbilim lügati referandumu, yasama organı tarafından hazırlanan o rapor veya tasarının “kıstas” işlevi kazanarak halkoyuna sunulması olarak tanımlar Özetlersek, “referandum”un yurttaşların “referans” bir metne “evet” ya da “hayır” diyeceği tercihle sınırlanmıştır ki, zaten 12 Eylül’le amaçlanmış olan şey de budur.
SONRA, yukarıdaki “plebisit” kelimesi de Latincedir. Eski Roma rejimine uzanır. “Avam sınıfı” tanımlayan “plebs sözcüğüyle, “karar” manasına gelen “scitum”un bileşimiyle türemiştir. O sınıf o kararlara katıldığı için de en demokratik yöntem addedilmiştir. Ancak, pek çok defa olduğu gibi burada da terminoloji anlam kaymasına uğramıştır. Çünkü “plebisit” deyimi modern zamanlarda ya kolektif bir gelişmeyi, ya da bireysel bir şahsı onaylamak ya da onaylamamak için halkoyuna başvurulması yöntemi için kullanılır. Burada referandumdaki gibi bir kıstas dahi mevcut değildir. Kesinlik çok daha nettir. Meselâ, 1935 yılında Saar ahalisinin Fransa yerine Almanya’yı seçmesi; dört sene sonra ise Hatay’ın da aynı şekilde Türkiye’ye geçmesi “kolektif plebisit” kategorisine girer. Norveç tahtına Danimarkalı prensin oturması, 3. Napoleon’un Fransa İmparatoru atanması, Pinochet’in de Şili’de meşrulaşması falan, bunlar “kişisel plebisit” örnekleridir.
ÖTE yandan tıpkı şu an Türkiye’de olduğu gibi, siyasi ve toplumsal zıtlaşma “kıstas” içerikli bir referandumu o kıstastan soyutlayabilir. Yani özünden tamamen kopartabilir. Hedef unutulur veya unutturulur ki, halkoylaması bir “git ? kal” plebisitine dönüşür. Mesela Fransız lider de Gaulle 1969 baharında düzenlenen ve öyle pek hayati olmayan bir referandumda öneri reddedilince, sonucu kendisi için de “hayır” saymıştı. İstifayı bastı. Zira 1968 Mayıs’ı çalkantılarıyla kutuplaşmış Paris’te gerek “evetçiler”, gerekse de “hayırcılar” referandumu hem güven oylaması olarak sunmuş, hem de öyle algılamışlardı. Oysa aslında “referans” doğru ve haklıydı, nitekim de daha sonra uygulamaya girdi.
İŞTE bugünkü Türkiye’de de 12 Eylül Anayasa referandumu Başbakan Erdoğan ve partisine karşı bir “git?kal” plebisitine dönüşüyor. Veya kasten dönüştürülüyor. Dönüştü. Bu “eksen kayması”nın sorumluluğunu da hem iktidar, hem muhalefet taşıyor. Oysa biz tam bir ay sonra, 1969 Fransa’sındaki gibi sade suya tirit bir konu için oy atmayacağız. Mührü vururken ne iktidara “evet”, ne de muhalefete “hayır” diyeceğiz. Çünkü referandum önümüze bir “referans” koyuyor. Cismani bir “kıstas” sunuyor. Ve eksik köstek de olsa bu “kıstas”ın onayı otuz yıldır sırtımıza inen zaptiye sopasını çatlatacak. Bileğimizi o sopanın tamamen kırılması için ihtiyaç duyduğumuz güçle donatacak. Dolayısıyla da 12 Eylül 2010 Anayasa referandumunu kolektif veya şahsi bir plebisite dönüştürmek lüksümüz yok ki, bunu engellemenin yöntemine cumartesi günü değineceğim.