BİSMİLLAH dedik ve “Ramazanda Caz”a siftah eyledik. Cumartesi akşamı oğlum, sevgilisi, refakatçim ve ben tramvaydan indiğimiz an, iftar arifesi kalabalığına karıştık.
Kuşkum yok, esirgeyen ve bağışlayan Rabb şu cehennemi Ağustos sıcağının yüzü suyu hürmetine günahlarımızı her zamankinden daha çabuk affeder. Oruçlu falan değildik. Dolayısıyla, Sultanahmet mahyaları yanmadan köfte ve piyazımızı silip süpürdük. Top atıldı ve ezan-ı Muhammedî okundu ki, kutsal ay cazlarının ilkinde yerimizi aldık.
YERİMİZİ aldık diyorum ya aslında bu iş hiç de kolay olmadı. Çünkü malûm, adını afişe alengirli Fransız imlâsıyla Anouar Brahem diye zikrettiren fakat benim bütün İslami kökenli isimler gibi burada da Enver İbrahim diye Türkçesini yazmakta ısrar ettiğim ve edeceğim Tunuslu icracı aslında ut çalıyor. Eh, oğulcuğum da udîdir. O kadar senedir mızrap tutuyor. Tıngır mıngır idare ediyor. Dolayısıyla, bizimkiler en afili yerden oturabilsinler diye papele kıydım ve dört gün öncesinden “biletix”te yer ayırttım. Gönlüm rahat, “72K53” teyit numarasıyla girişe gittim. Oysa gişe curcuna ve diğer pek çok siparişçi gibi bizim biletler sırra kadem basmış. Neyse, basın masın diye bir kenara köşeye iliştirdiler. Şükür, dışarıda kalmadık. Fakat umalım ki, başta Hakan Erdoğan, “Ramazan” ve “caz” kavramlarını bir araya getirerek dünyada bir ilke imza atan ve dolayısıyla da büyük takdir, tebrik ve şükran hak eden organizatörler bu enfes girişimi yukarıdaki tür düzensizliklerle gelecekte de gölgelemesinler. Zaten sonraki konserlerin de hepsine gideceğim ve “eli maşalı” zaptiye kesileceğim. Enver İbrahim’in musikisine gelince!
DOBRA konuşacağım. Yani, sinemada Grucho Marx’a Arşak Palabıyıkyan dublajı yapan Ferdi Tayfur taklidiyle, “beyenmedim evladım” diye hükmü kestirmeden vereceğim. Hayır ustacığım, olmuyor! Olmadı! Olmuyor paşacığım! Olmuyor ya seyit! İcrâda isterse üstâd-ı azam mertebesine erişsin, benim caz kriterlerime göre İbrahim’in udu notadaki o “mavi”yi, o “swing”i, o “senkop”u, o “tempo”yu yakalayamıyor. Zaten böylesine “melez” veya “etno caz” türleri, kendi enstrümanlarını dayattıkları varsayımıyla “suçluluk kompleksi”ne (!) kapılan utangaç Batılıların “siyaset doğru” olarak kabullendiği musiki türüne tekabül ediyor ki, bendenizin kulağına hiç mi hiç söylemiyor. Canım ud mu çekti, Udî Hrant Bey’in Kürdili Hicazkâr Taksim’inden şaşmam. Ama yook, cumartesi gecesi olduğu gibi cazlarda pırıldamak mı istiyorum, o halde mademki Enver İbrahim Tunusludur, bu takdirde tercihim, bin defa tercihim, milyar defa tercihim, çok çok eski olsa bile Dizzy Gillespie bestesi bir “Tunus’ta Gece”dir! Ya onun, ya Armstrong’un, bilhassa da Büyük Miles’in trompetinden dinlerim. Zaten “İstanbul’da Gece”nin boğuculuğunu da ancak bu “cazi” serinlik hafifletebilir.
ÇOK hoşuma giden “Ramazanda Caz” festivalinden, yani İslam kimlikli sanatçıları kutsal ayda bir araya getirmek girişimden yola çıkarak son bir şey daha eklemek istiyorum. “Muhafazakar” hatta “gerici”(!) addedildikleri için hanidir Batı’da pabuçları dama atılan ve ısrarla Hıristiyanlığın özünde bir “kültürel camiaya aidiyet bütünlüğü” olduğunu vurgulamış olan bir Herder’i, bir de Maistre’yi; kendisini “ateist Katolik” ilân eden bir Maurras’ı; artı, aynı şeyi Yahudilik açısından da tekrarlayan bir Levinas’ı, bir Yankeleviç’i, kısmen de bir Bergson’u bugün tekrar tekrar okumak, incelemek ve hatmetmek gerekiyor. Zira oruç tutalım veya tutmayalım; ibadet edelim yahut etmeyelim; iman taşıyalım ya da taşımayalım, “Ramazanda Caz”ın metafizik simgesi ancak dinlerin o “kültürel camiaya aidiyet bütünlüğü” çerçevesinde keşfediliyor ki, o Ramazan mübarek ve o caz mavi olsun!