KASTEN sondan başlıyorum. 12 Eylül 2010 gecesi ister “evet”ler, ister “hayır”lar çoğunluk sağlamış olsun, kazanan taraf asla ve asla zafer çığlıkları atmamalıdır.
Nispet yapmak, meydan okumak, intikam gütmek tavırlarından mutlaka kaçınılmalıdır Böylesine itidalli, soğukkanlı ve “medeni” (!) bir tavır siyasi partiler, onların liderleri ve sözcüleri, kanaat önderleri ve medya yorumcuları başta, herkes için geçerlilik taşımalıdır. Aksi yönde bir tutum yangına körükle anlamına gelir ki, söndürmesi çok zor olacaktır.
ÖYLE, çünkü zaten şu an mevcut toplumsal kutuplaşma aslında içeriği çok sınırlı bir referandumu “git ? kal” plebisitine dönüştürdü. Halkoylaması “eksen kayması”na uğradı. Üstelik “evet” ve “hayır”lar arasında ciddi fark çıkmazsa bölünme daha da zıtlaşacak. Oysa tüm Türkiye devasa bir Kürt sorununu çözümlemek yükümlülüğünü omuzluyor. Kısa ? orta vadede her kim hükümet olursa olsun, bu zorunluluk hiç değişmeyecek. Dolayısıyla, referandum ertesinde de aynı Türkiye aynı soruna çare aramak için mümkün mertebe sükûnete, huzura, akl-ı selim ve diyalog ortamına ihtiyaç duyacak. O halde, yine mümkün mertebe bunu sağlayabilmek için 13 Eylül Pazartesi sabahını şimdiden düşünmek ve 12 Eylül Pazar akşamını da şimdiden “mutedilleştirmek” gerekiyor.
ANCAK, söz konusu tarihe kadar önümüzde tam dört hafta var! Bu süreç içinde tansiyonu düşürecek, çelişkileri yumuşatacak ve plebisite dönüşmüş Anayasa referandumu tekrar kendi mecrasına yöneltecek bir atılım hala mümkündür. Ve tamamen ve tamamen AK Parti iktidarının inisiyatifine bağlıdır ki, o da şudur:
HÜKÜMET tek taraflı ve kesin angajmanlı bir deklarasyon yayınlayarak referandum sonucu ne olursa olsun erken genel seçimlere gideceğini duyurmalı; oluşacak TBMM’yi de yeni bir anayasa yapılması için “kurucu meclis” addedeceğini açıklamalıdır. Bütün tablo bir anda değişir, fakat yetmez! Aynı hükümet aynı deklarasyonda, yüzde on barajının indirilmesinden tutun da parti yasağının zorlaştırılmasına; dokunulmazlıkların sınırlanmasından başlayın da her demokratik ülkede geçerli maddelerin sıralanmasına, kendi anayasa teklifini de kamuoyuna sunmalıdır. Tüm bunların altına da “taahhütname” imzası atmalıdır! Başka bir deyişle, AK Parti hükümeti elini taşın altına sokmak inisiyatifini almalıdır.
DOĞRU, böylesine ciddi bir atılım büyük cesaret, uzun öngörü ve geniş ufuk ister. Ama m-ü-m-k-ü-n-d-ü-r! Şu an ve hâlâ ve hâlâ m-ü-m-k-ü-n-d-ü-r! Çünkü genel anayasa taslakları zaten aşağı yukarı bilindiğinden ve her halükarda da yukarıdaki “taahhütname” bir ana hat teklif olacağından, hazırlaması atla deve zaman almaz. Kaldı ki tıpkı erken seçim ve kurucu meclis angajmanları gibi, burada da hayatiyet arzeden noktayı o niyet ve o taahhüt oluşturacaktır. Sonraki TBMM belirleyicilik taşıyacaktır. Dolayısıyla bir; Erdoğan ve partisinin bu tür bir girişime öncülük etmesi kendilerine yönelik “otoritarizm” endişe ve suçlamalarının önüne set çekecektir. Güven tazeleyecektir. Üstelik bana kalırsa da böylesine samimi bir tutum “evet” oranını yukarı çekecektir. İki; toplumsal kutuplaşmanın ve zıtlaşma buzlarının erimesine zemin yaratacaktır. Nihayet üç; hedefe ulaşılsın veya ulaşılmasın, önce girişime cesaret edenler; gerçekleşmesi durumunda ise iktidar ve muhalefetiyle proje el vermiş olan bütün aktörler, muhtemelen Cumhuriyet tarihinin en “sivilleştirici” siyaset adamları olarak tarihe geçecektir. Önümüzde kocca bir dört hafta vardır ve politika biraz da “mümkün”ü zorlamaktır!