YUSUF Kaplan önceki günkü “Yeni Şafak” gazetesinde “İnsanlığın önündeki en büyük tehdit: NATO” gibi hezeyan ölçüsünde cüretkâr başlık taşıyan bir makale yayınladı.
Cüretkâr olduğu oranda da yanlış, tahrifkâr ve üstelik bilim ? kurgu filmlerini andıran cinsten fantazmagorik bir boyut içeren satırlardaki ana fikir şu noktaya odaklanıyordu: Atlantik Paktı’nın varlığı meşru değildir ve sorgulanmalıdır. Üstelik Kaplan akıllara seza bir komplo daha teorisi üreterek, askeri İttifak’ın baştan beri aslında Türkiye’yi “enterne ve hadım etmek” (!) amacı güttüğünü vurguluyordu.
BİLİYORUM, yine aynı gazetede “Batı Müslüman soykırımına hazırlanıyor” türü provokasyonlara imza atan İbrahim Karagül’le birlikte “İslamcı ulusalcı” kategoriye giren Yusuf Kaplan’ın yukarıdaki fikirleri “laik ulusalcı” kesim tarafından da baş tacı ediliyor. Normaldir, zira kâh “solcu”, kâh “Kemalist” etiket taşıyan o “laik ulusalcılar”ın “anti ? Batıcılığı”yla birincilerin aynı saplantısı ortak bir nefret içgüdüsünde hayat buluyor. Ama entelektüel namus ve dürüstlük her iki kesime de asla ve asla pabuç bırakmamayı zorunlu kılıyor ki, en önce şu NATO’nun “varlık meşruiyeti” konusundan başlayacağım.
KUZEY Atlantik Paktı’nın varlığı meşrudur! Dün de meşruydu, bugün de meşrudur! Bunu cukkadak söyledim ya, “Batı budalası”, “ABD yandaşı” veya “oryantalist bozuntusu” türü suçlamaları şimdiden işitir gibi oluyorum. Karnım tok, gerçekler inatçıdır! Çünkü evet NATO’nun varlığı dün zaten haydi meşruydu, zira Batı İttifakı tamamen emperyalist ve saldırgan Sovyet yayılmacılığına karşı Avrupa’yı korumak amacıyla kuruldu.
ÖYLE ve nitekim hatırlayalım: 2. Savaş bitmiş ve bütün Birleşik Amerika tarihini her daim belirlemiş olan tecritçilik politikası Yeni Dünya’da hemen ve tekrar ilk plana çıkmıştır. Terhis zaten başlamıştır. Ama buna rağmen 1948 seçimlerine hazırlanan Cumhuriyetçi aday adayı Taft’ın kampanyası “bütün Coniler derhal eve dönsün” eksenine odaklamıştır. Ama aynı 1948 başında Yalta Antlaşması’nı hiçe sayan Stalin Prag’da komünist darbe yaptırmıştır. Sene ortasında da SSCB yine sözleşmeyi takmadan Berlin’i ablukaya almıştır. Molotof’un Türk boğazları ve Saros Körfezi’nde üs talep etmesi ise işin çabasıdır. Fakat Yaşlı Kıta’da Kızıl Ordu’ya biraz direnebilecek hiçbir yerli güç mevcut değildir. Böylesine bir direnme Savaş ertesi çok cüzi bir kısmı Almanya’da kalan Amerikan kuvvetleriyle mümkündür ki bunun için de bir organizma gereklidir ve adı NATO olacaktır.
ÖTE yandan Yusuf Kaplan’ın iddia ettiğinin aksine, yukarıdaki askeri örgütün kuruluşunda ne Winston Churchill’in, ne de İngiltere’nin “parmağı” (!) vardır! Londra lideri zaten ta 1945’de iktidardan düşmüştür. Pakt’ın hem hazırlanma, hem de resmileşme aşamasında Birleşik Krallığı Clement Attlee’nin İşçi Partisi yönetmektedir. Vakıa doğru, Savaş sırasındaki ABD Başkanı Roosevelt gibi naif ve saftirik olmayan Büyük Churchill en baştan itibaren Sovyet yayılmacılığına işaret etmiş ve Fulton Üniversitesi’ndeki ünlü konuşmasıyla da “Demir Perde” deyimini ilk kullanan şahsiyet olmuştur. Fakat bütün büyük adamlar gibi bir müddet sonra kendisiyle çelişmiş ve İttifak’ın kızağa konulması sırasında da “Stalin’in ikna edilebileceğine” dair beyanatlar sıralamıştır. Dolayısıyla özetlersek, Atlantik Paktı saldırgan bir SSCB’ye karşı Avrupa’yı korumak ve bu korumada da ABD’den elini taşın altına sokmak taahhüdünü almak zorunluluğundan doğmuştur ki, işte NATO’nun varlığı dün bundan dolayı meşruiyet arzetmiştir. Aynı varlığın bugün de niçin meşruiyet koruduğu sorusunun cevabına ve Türkiye’yi “enterne ve hadım etmek” (!) yönündeki komplo teorisinin hezeyanına yarın değineceğim.