MALÛM, şu sade suya tirit “beyaz Türk” tartışması yeniden alevlendi.
Oysa kendi kendilerine gelin güvey olup bu sözümona “elitist” sıfatı o çok kibirli ama çok kof şahıslarına vehmedenler aslında “boz Türk” mertebesinden adım öteye gidemiyorlar. Ve de zihniyet değiştirmedikleri müddetçe asla gidemeyecekler!
İMDİ, niçin yukarıdaki kasvetli renkte kaldıklarını açıklamak için Falih Rıfkı Atay’dan bir alıntı yapacağım. Daha önce de yazmıştım ama buradaki ilinti tekrarı gerektiriyor. Cumhuriyet ideolojisinin en önemli sözcülerinden birisi olan Atay’ın bu pasajını 1927 yılında ve “Hakimiyet-i Milliye” gazetesinde tefrika edilen “Denizaşırı” kitabından aldım. Yazar, Brezilya’ya gittiği vapurda gerçekleştirilen maskeli baloyu tasvir etmektedir.
“GECE bir travesti balosu oldu. Kılıkların en tuhaflarını herkes Şark’tan alıyor. Bizim daha iki sene evvel bıraktığımız ve kadınlarımızın henüz terk etmedikleri maskara Şark kıyafeti! Kadınlardan (balodakiler kastediliyor), bizim henüz Şile’de bile rastladığımız esvaplardan giyenler ‘Türk gibi’ dedikçe, ben hemen atılıyorum. ‘Hayır Arap gibi, bizimkiler şimdi sizden farksızlar’ diyorum.”
İŞTE buyrun, size en eski, en klasik ve en halis cinsinden bir “boz Türk sendromu”!
EVET tam anlamıyla bir “boz Türk sendromu”, çünkü birazcık psikoloji bilmek dahi yukarıdaki tepkinin çok derin bir kompleksten kaynaklandığını anında fark etmeye yeter. Zira hemen dikkatinizi çekerim ki Atay için Şark “tuhaf”, kıyafeti ise “maskara”dır! Aynı Şark’la özdeşleştirilen “Arap” ise zaten mutlaka reddedilmesi gereken unsurdur. Artı, yine Arabîden inen “maskara” sözcüğü bile Levanten anlamda lügate girmiştir. En önemlisi de, Falih Rıfkı’nın Türk olarak kendi “ben”ini Batılı olarak “öteki”ne artık o “ben” olmadığına ispatlamak kaygısı travmatik bir saplantı boyutuna ulaşmıştır. Zaten de bugün kendilerine “beyaz Türk” diyenlerin aslında hazin bir “boz” renk yansıtması, tüm bunları içeren kompleks, hazımsızlık ve inkârcılık bütününde yatmaktadır.
PEKİİ, canım ciğerim Ufuk Güldemir’in ABD’de “WASP” denilen Doğu Sahili elitlerine mukabil olarak ürettiği “beyaz Türk” deyimindeki hasletlere gerçekten vâkıf olacak birisi Atay’ın transatlantiğinde seyahat ediyor olsaydı, acaba aynı balo sırasında ne yapardı? İstifini bozmazdı! Evet evet, çok muhtemelen zaten Osmanlı “ricâl” formasyonundan geçmiş olacak olan böyle birisi yine çok muhtemelen kılını kıpırdatmaya tenezzül etmezdi. Bırakın şuna buna “ben”inin “ben” olmadığını ispatlamak için koşuşturmayı, şarap değil kasten rakı ister; büyük ihtimalle bulunmayacağı için barmeni bir güzel paylar; sonra kamaraya inerek yedek şişesiyle tekrar salona döner; nihayetinde de yine kasten anason renkli kadehini göstererek ve kehribar tespihini şakırdatarak baloyu temaşaya devam ederdi. “Beyaz Türk” veya “seçkin”le “boz Türk” yahut “vasat”ı ayıran şey de işte budur!
BUDUR, çünkü birincisi her gerçek elit gibi kendi kimliğinden rahatsızlık duymaz. Onu inkâra yeltenerek “öteki” nezdinde itibar arzedecek diğer bir “ben” aramaz. Doyum ve hazım derecesi o raddeye varmıştır ki, hem derin bir tevazuyla, hem ciddi bir ağırbaşlılıkla, hem aynı “öteki”ni anlamak için mesafeli bir empatiyle donamıştır. Oysa bu hazım ve donanımdan mahrum olan vasat kişi “ben beyaz Türküm”; “ben seçkinim”; “ben öyle değil böyleyim” diye feryâd eder ki, akustiği kendinden menkul kuru gürültü nafile, çatlasa da patlasa da hazin ve kasvetli bir gri rengin “boz Türk”ü olarak kalır.