22 Nisan 2006
İSTERDİM ki, Ertuğrul Özkök’ün dün birinci sayfada "Kapıdaki Ayakkabı" başlığıyla yer alan o çok derin ve o çok anlamlı yazısı, makalenin içinde de belirttiği gibi, "kafamı karıştıran bir fotoğraf üzerine kaotik düşünceler" şeklinde yayınlanmış olsun. Çünkü, söz konusu "kaotik düşünceler" benim de kafamı öylesine karıştırıyor ki!
Anladınız, önceki gün "Akşam" Gazetesi’nde patlatılan ve Merkez Bankası Başkanı’nın eşi Duriye Yılmaz’ı ailenin daire girişinde görüntüleyen "scoop" fotoğrafı kastediyorum.
* * *
ASLINA bakarsanız, genel bir "toplumsal duruş" olarak "hicáp örtünmek" refleksini tekrar irdelemek zamanı çoktan geldi ama, bunu başka bir sefere bırakıyorum.
Dolayısıyla, bugün Duriye Hanım’ın "mahrem kıyafeti" hakkında yazmayacağım.
Dün Özkök’ün de işlediği gibi, kapı girişindeki ayakkabılara değineceğim.
Ancak sadede gelmeden önce Genel Yayın Yönetmeni’ni uyarayım, hazin fotoğraftaki pabuçları sayarken hataya düşmüş, aslında orada üç değil tam dört çift erkek ayakkabısı var!
* * *
AÇIKÇASI, benim evimde ayakkabı çıkartılmaz. Hiçbir zaman da çıkartılmadı.
Oysa, Müslüman aidiyetten Türklerin yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuzu gibi, pabuçla haneye girilmeyen bir familyada büyüdüm. Zaten aile bünyemde hálá da öyledir.
Fakat ne zaman ki başımı sokacak ilk odaya sahip oldum, içeri çala postal daldım.
Çünkü bir; çok istisnai iklim şartları hariç, ayakkabı çıkartmak ádetinin esas itibarıyla, göçebe çadır kültürünün bedevi kum kültürüyle harmanlaşmasından oluştuğunu biliyorum.
İki; yüzlerini şeytan görsün, bunlarla göbek bağımı láfta değil fiiliyatta attım.
Üç; velev ki etrafı çamur götürsün, edepli insan botunu, makosenini, iskarpinini eve girmeden önce adamakıllı temizlemek zahmetine katlanırsa, şıpıdık terliğe ihtiyaç duymaz.
Ama tabii ki bunlar benim kendi mantık silsilemi ve kendi hayat tarzımı yansıtıyor.
Ve bu tarz belki de, Ertuğrul Özkök’ün ifadesiyle "beyaz Türk" tercihini içeriyor.
Olabilir, şikáyetçi değilim. Fakat başkalarına ne empoze, ne de tavsiye edebilirim.
Bırakın böyle bir seláhiyeti, en ufak eleştiri getirmek hakkım dahi yoktur ve olamaz.
* * *
ANCAK, amenná, eğer istiyorsa her insan evinde pabuçlarını çıkartabilir ve paşa gönlü, daha doğrusu nasırlı topukları öyle çekiyorsa, derhal de takunyalarını giyer.
Ama, o pabuçları dışarıda bırakmak söz konusu olduğunda, işte orada "D-U-R"!
Dur, zira o "dışarı"sı; hele hele dairelerin "dışarı"sı kapıdan itibaren "kamusal"dır.
Sırf mekánın ortaklığından ötürü değil, "göz terbiyesi" açısından da "kamusal"dır!
Yani illá din terminolojisini kullanacaksak, en azından "hicáp giyinmek" ölçüsünde, "iç" ve "dış" karşılıklı olarak birer "mahrem"dir. Ötekisi diğerine galebe çalamaz.
Kim, ne hakla partal lastikleri asansör aralığı paspasına atarak o "kamusal alan"daki diğer sákinlerin "apartman edebi"ne ve "estetik değerler"ine tecavüz edebilir?
Geçtim şehirli vestiyerini, kasabada bile, misafirlerinki dahil, ayağa giyilen her şey antredeki özel dolaba yerleştirilir. Hadi fakirdir, basmayla örtülü mandalina sandığı kullanılır.
Fakat çok çok daha önemlisi, fotoğrafta yere serilmiş gazetelerin gözüktüğü holde zaten belki mevcut olan o dolap bir "süs" değil, "kendisi için ihtiyaç" işlevi görür.
Buna "uygarlıklar kültürü" de diyoruz ki, malûm, basamak basamak çıkılıyor.
* * *
İMDİİ, köylü görgüsüzlüğünü "beyaz Türkler yine halkı küçümsüyor" mavalıyla yutturmaya çalışan popülizme karnım tok, kimse bana "dini" veya "laik" nutuk çekmesin.
Hem o "kaotik düşünceler"den dolayı zaten sonsuz karışmış olan kafam pek bozuk; hem de apartman dairesi dışındaki dört çift ayakkabının fecaat kokusu burun direğimi kırıyor.
Yazının Devamını Oku 20 Nisan 2006
BAZI sabahlar sade espressomu Beyoğlu’ndaki Amerikan marka kahvecide içiyorum. Horoz vakti erkencisiyim ya, daha kepenkler kaldırılırken dükkána vardığımdan, o saatte hem etrafa çeki düzen veriliyor, hem de servis kamyoneti günün kumanyasını getiriyor.
Ben karton fincandan ilk yudumu alırken de, kızlı - erkekli ve zaten az sayıdaki cevval personel bir yandan tezgáh arkasında servis yapıyor; diğer yandan, aynı kamyonetteki ağır balyaların boşaltılması dahil, öteki "angarya"yı (!) üstleniyor.
Yani, Türkiye’deki genel "istihdam anlayışı"na zıt bir çalışma temposu uygulanıyor.
* * *
O istihdam anlayışı ki, ezelden beri, "az ücret ? çok hizmetkár" ekseninde yükselir.
Rantabl ve akılcı bir mekanizma yerleşiklik kazandığı takdirde tek kişinin üstesinden gelebileceği uğraş için bin kişi işe alınır. Boş gezenin, boş kalfası sistemi olağan karşılanır.
Köhne ve hantal KİT’ler başta, kamu sektörü "odacının ayakçısı"nı da deftere yazar.
İşte, firmanın kökeninden dolayı mı bilemiyorum ve zaten aynı tür "yeni örnekler"i şimdi sayısızlaştırabilirim, kahvede "geleneksel" değil modern rasyonalite hüküm sürüyor.
Artık ahbap olduğum o genç kızlar ve delikanlılar her bir şeyi çabucak çeviriveriyor.
* * *
TAMAM da, ikinci, üçüncü espressolarımı alıp tekrar masaya dönerken, dükkándaki rasyonel işletmeciliğin mutlaka "iyi" mi olduğuna tam karar veremiyorum. Bocalıyorum.
Daha doğrusu, "odacıya ayakçı" sisteminin illá "kötü" mü olduğunu sorguluyorum.
Zira, "kilerci devlet"i ve "dilenci yurttaş"ı ne denli reddetsem de, iki gündür burada değindiğim "sigorta kültürü"nün; yani o devlete o yurttaşı "sırtlattıran" anlayışın Türkiye’ de "az ücret - çok hizmetkár" politikası üzerinde oluşmasını biraz "normal" karşılıyorum.
Evet biraz "normal" buluyorum, çünkü ülkemizin gücü "Avrupai refah toplumları" ndaki gibi bir "işsiz parası" dağıtmaya yetmiyor. Zaten yakında onlarınkisi de yetmeyecek.
O halde, "odacıya ayakçı" istihdam etmek de bir anlamda aynı sigortayı karşılıyor.
Tabii ki modernleşmeyi engelleyen üretim köhneliğinden bürokrasiyi pekiştiren itici zihniyete tüm olumsuzlukları görüyorum ama, işte nesnel bir vakıa, yine de bu işlevi görüyor.
Toplumsal sigortanın "atmasını" (!) önleyen bir emniyet süpabı yerine geçiyor.
* * *
ÜSTELİK, buradaki "ruhi boyutu" yabana atmamak ve şu soruyu sormak gerekiyor:
O "Avrupai toplumlar"da tıkır tıkır ödenen işsizlik maaşına rağmen insanın çok meşru bir "lüzumsuzluk hissiyatı"na kapılıp "sosyal bunalıma" girmesi; veya, sabah akşam meyhaneye dadanıp, sonra tedricen "lumpen tortu"ya dönüşmesi mi tercihe şayandır?
Yoksa Türkiye’deki gibi, o insan aslında hiçbir "halt yemese" dahi, sırf hazin maaşı bordroda gözüktüğü için "sosyal insan" kimliğini bir nebze koruyabilmesi mi evládır?
Soru çetrefil ve bir değil, çoğul cevaplar varyantı içeriyor.
* * *
SONRA, "ináyetli devlet"in zaten hep tamtakır kasası bir yana, kapitalizmi çok geç fidan vermiş Türkiye, "Tramvay Amelesi Teali Cemiyeti" türü marjinal örnekler hariç, dün vurguladığım türden ve modern anlamda bir "proleter dayanışma" geleneği yaşamadı.
Dolayısıyla, "sigorta kültürü"ndeki rötarı da yine biraz "normal" saymak gerekiyor.
Nitekim, TBMM’deki son yasa da ispatladı ki, halá kendini bulamayan bu kültür káh geniş bir "Avrupai kapsamcılık"a; káh sınırlı bir "Amerikanvari dışlamacılık"a yalpalıyor.
Hoş, yurttaşı "beşikten mezara sırtlamak" iddiasıyla "kendini bulduğu" varsayılan diğer "sigorta kültürleri"nin de şu anki durumu ortada ama, bunu şimdilik geçiyorum.
İşte, cevabı muğlak sorular kafamı kurcalarken, demin kamyonetten yük de indiren ve şimdi tezgáhta kahve dolduran cevval genç kızdan, dördüncü espressomu rica ediyorum.
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2006
TARİHE bakarsanız, "sosyal sigorta"yla "sosyalizm"i biraz atbaşı götürmek gerekir. Eh, zaten her ikisi de aynı kelime kökeninden iniyorlar.
Tabii burada sosyalizm derken Lenin - Stalin - Mao cinnetini; háttá "burjuva merhameti" diye böyle şeylere burun kıvıran Marx’ı da kastetmiyorum. Ağzımdan yel alsın.
Başlangıç onların da öncesine, yani "ütopist" denilen "hayalci sosyalistler"e uzanır.
* * *
BU insancıl "hayalperestler" (!) ki, sanayii devriminin ilk modern proletaryasına reva görülen korkunç hayat şartlarını az biraz iyileştirebilmek için tá 19. Yüzyıldan itibaren, yarı sendika - yarı lonca ağırlıklı "dayanışma sandıkları"na ön ayak olmuşlardı.
Yani, "hey arkadaş, muhasebeci yevmiyeyi dağıtır dağıtmaz ve maden karanlığını unutmak için balıklama daldığın şu körolası meyhanede çocukların nafakasını son kuruşa kadar bayılmadan önce, hemen gel ve ortak kumbaraya iki metelik atıver!"
"Tamam, tabii ki damlaya damlaya göl olmaz. Taş çatlasa, bir maşrapa su olur."
"Ama yine de, yarın patron kışkışladığında; karın hastalandığında; annen öldüğünde; kaynatacak tirit, çağıracak hekim, yatıracak tabut için bir lokmacık ’kalbe kuvvet akçesi olur!"
* * *
İŞTE, kırk yaşında emekliliğin mümkün olduğu günümüz Türkiye’si dahil, "çağdaş toplumlar"da hayatın parçası ve refahın ölçüsü addedilen "sosyal sigorta" böyle doğdu.
Kapitalizmin, dolayısıyla ona "anti" bir sosyalizmin el yordamıyla oluştuğu İngiltere "trade union" sendikaları; Belçika ise "mutualité" sandıklarıyla buna coğrafi öncülük yaptı.
Yani, "insaniyetçilik" ve "dayanışmacılık" temelinde acil ihtiyaçlara cevap arandı.
"Devlet" ise çok uzun süre bu "sivil" girişime kulak asmadı. Ötesi, çomak soktu.
Ve giderek de, yukarıdaki türden "taban mekanizmaları" tüm Avrupa’ya yayıldı.
* * *
DAHA sonra çok büyük etkileri olacağı için burada hemen şu parantezi de ekleyeyim:
Aslında çıkış noktası sonsuz iyiniyetli bu mekanizmalar, gelecekte komünist ülkeleri kemirecek olanları da dahil, aynı zamanda bir "sosyal bürokrasi"nin de iskeletini yarattı.
Çok basitleştirirsem, fabrika çıkışı "arkadaş, şuraya iki metelik at" diye kumbarayı tutan amele giderek sırf bununla uğraşmaya ve birikmiş paranın dağıtımıyla ilgilenmeye başladığında, "işçi aristokrasisi"nin ve o "sosyal bürokrasi"nin de kökenleri yeşerdi.
Tedricen, tırnağı manükürlü sendika ağalarından, odası makamlı sigorta memurlarına; oradan da, iktidarı amansız "yönetici yoldaş"lardan otomobili "Cadillac" Maocu şeflere öyle bir "kaymak tabaka" oluştu ki, bunları genel "sigorta kültürü"nden soyutlayamayız.
* * *
OYSA, tarihsel içerikli bu "Avrupai tablo", dün vurguladığım yukarıdaki "sigorta kültürü" deyimi çerçevesinde onu Amerika’dan tamamen ayrıştırıyor.
Çünkü, "sınıf mücadelesi" gibi antika bir deyimi kullanmıyorum ama şu kesindir:
Çok değişik faktörlerden dolayı, kendi sanayi devrimi ve "proletarya refleksi" dahil, Yeni Dünya, Yaşlı Kıta’daki türden bir "ihtiyaç dayanışmacılığı" üzerinde yükselmedi.
Tabandan gelen ve "kötü günde paylaşmak" dürtüsü içeren bir kolektif insiyatif oluşmadı; tek tük oluşanları da ne tuttu, ne kök saldı.
İşte, "gemisini kurtaran, kaptan" zihniyetine eğilimli Amerikan insanı her şeyden önce "kişisel ruhiyat" açısından "Avrupa geleneği"ne yabancı olduğu içindir ki, farklı bir "sigorta kültürü"yle yaşıyor. Bunu da bir "evrensel doğru"ymuş gibi "satmaya" çalışıyor.
Peki, "kamusal ruhiyat"; yani "en baş"taki "sosyal devlet" açısından durum nedir?
Bunu, kırk yaşında emeklilik hakkı tanıyan Türkiye çerçevesinde yarın işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2006
ASLINDA yazının başlığını "sigorta kültürü" diye de koyabilirdim. Böylesine bir ifade, evi, otomobili, kapıyı, bacayı sigortalamak alışkanlığının kolektif bir "kültür"e dönüşmüş olmasını tanımlar. Az çok "yurttaş bilinci"yle bütünleşir.
Tabii, azgın köpeklerin sahiplerini ısırmasına veya yağmur bulutlarının tatili zehir etmesine kadar her rizikoyu "güvence altına alan" (!) lüks şımarıklıklarını geçiyorum.
Ama "sigorta kültürü" deyimi esas olarak, bezin bağlandığı andan teneşirin pakladığı ana dek, hepsine "baş" oluşturan "ináyetli devlet"in yurttaşa kol kanat germesini tanımlar.
Fakat, zahir yukarıdaki "ináyetli" sıfatı çok fazla bir pederşahi çağrışım yapıyor ki, bizim anayasamız dahil hemen tüm resmi lûgatlarda "sosyal devlet" deyimi kullanıyor.
* * *
"SOSYAL devlet"i genel bir kavram olarak düşündüğümüzde aklımıza ilkin, sağlık, emeklilik, işsizlik gibi en hayati sorunlarda yardım eli uzatan bir mekanizma bütünü geliyor.
Ancak, "yardım" kelimesi büyük bir elástikiyet arzediyor. Nitekim, geçen hafta TBMM’de onaylanan "Sosyal Güvenlik Kurumu Kanunu" da "yardım" öngörüyor.
Ama, Fransız hükümetinin yine geçen hafta geri çekmek zorunda kaldığı yasayla kıyaslandığında, buradaki "yardım"ın diş kovuğuna kaçmayabileceğini de söyleyebiliriz.
Üstelik unutmayalım ki, Paris’in bu zorunluluğu öğrencilerin söz konusu yasayı dahi "yardım yeterli değil" diye eleştirerek ortalığı tozu dumana katmasından dolayı duydu.
Demek ki her "sigorta kültürü" ayrı voltaj kaldırıyor ve farklı tansiyonda "atıyor".
* * *
DENİLEBİLİR ki, "canım, Fransa gibi üst düzey refah toplumlarıyla Türkiye’yi kıyaslamak abestir. Orada ’yetersiz’ sayılan şey bizde pekala baş tacı edilir".
Bu mantık ancak bir yere kadar geçerlilik taşıyor. Asla da kesin kural oluşturmuyor.
Çünkü, zaten "kültür" kelimesini de onun için kullandım, zenginlik seviyesi "sosyal devlet" anlayışını; daha doğrusu o devletin "cömertlik" ölçüsünü illá ve illá belirlemiyor.
Kabul, İskandinavya ülkelerindeki gibi gökten rahmet yerine çil kron yağarsa bunu bol keseden dağıtabilir ve değil beşikten mezara; baba sperminden sırat köprüsüne dek yurttaşları her rizikoya karşı "sigortayabilirsiniz". Ama, tersi de çok mümkündür.
Çok mümkündür ve Amerika Birleşik Devletleri bunun en göz çıkartan örneğidir.
* * *
ÖYLEDİR ve Avrupa’yla kıyaslandığı takdirde Karun zengini olmasına rağmen Yeni Dünya, zaten o "sosyal devlet" kavramını icád etmiş bir Yaşlı Kıta’yla asla benzeşmez.
"İnáyetlilik" birincinin iliklerine işlemiştir. "Etik" addedilir.
Nitekim, ambulansı külüstür mülüstür ama, gelir düzeyi Türkiye’yle kıyaslanabilecek orandaki Rusya ve eski Doğu Bloku’nda yurttaş belirli bir "sıhhi eşitlik" bekler. İster.
Oysa, örneği biraz abartıyorum ama, maazallah insan ABD’de yürek enfarkından hastaneye düşse, daha acil servis resepsiyonundan itibaren encámını az çok bilir.
Ya hayatı boyunca kişisel olarak ödediği yüksek primler sayesinde itinalı bir tedavi görecek ve muhtemelen kefeni yırtacaktır; ya da bunlara gücü yetmemiş veya aldırmamış olduğu için, birazdan ayak başparmağına bağlanacak etiketle morg sedyesine uzatılacaktır.
İşsizliğe ve emekliğe hiç gelmeyelim, zira Amerikan "sosyal devleti" en kabadayısı, Protestan "Selámet Ordu"sunun sebil niyetine kaynattığı mısır çorbasıyla sizi hatırlar.
* * *
PEKİ, ilki "iyi" ve ikincisi "kötü" mü? Avrupa "cömert" ve ABD "hasis" mi?
Beşikten mezara dek yurttaşa kol kanat geren kolektif "sigorta kültürü" mü; yoksa "bireysel sorumluk" edinmediği takdirde "yurttaş sigortası" atıveren diğer kültür mü evlá?
Kesin bir "evet - hayır" cevabı olmayan bu soruları yarın da işleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 16 Nisan 2006
Yoksa, "baseni hacimli" tanımını mı kullanmam gerekiyordu? Daha yoksa, kibar ve hilebaz Franseviden yüzüme gözüme bulaşacak bir tercümeyle, "çıkıntılı böbrek düşümü" mü diyecektim? Üstelik, söz konusu "engebe"yi (!) illá bir handikap addetmememin ötesinde, bunun bende çağrıştırdığı fantazmalara zaten yazının içinde dokundurma yaptım. Ancak, evet, Bavyeralı hatun "koca popolu"ysa "koca popolu"dur ve de bunu dobra dobra yazmış olmam ne beni "maço"; ne de "erkek merkezci" kılar ki, nokta biiir!
BÖYLE giderse, burada okuyacağınız havadan sudan yazılar bile "buz" gibi olacak. Yani, o havanın ve suyun niceliğini dahi, meteorolojik bültenlerin en soğuk ve en ciddi nesnelliğiyle, "rüzgárlar yıldız ve yıldız-poyrazdan üç-dört kuvvetinde esecek; deniz az dalgalı, zaman zaman kaba dalgalı olacak" cinsi satırlarla ifade edebileceğim.
Eskaza, söz konusu rüzgárın "püfürdüğünü" söylersem, fiil "yellenmek" eylemini de çağrıştırabileceğinden, kullandığım sözcük "ayıp"; háttá "kabahát" kategorisine girecek.
Yahut, "garip, yıldız-poyraz beklenirken karayel esti" diye hayret belirttiğim takdirde, Devlet Meteoroloji İstasyonları, "Tahmine itibar etmeyerek o devletin prestijini küçük düşürmek teşebbüsünde bulunmak" türünden bir "suç duyurusu"nda bulunacak.
Evet evet, böyle giderse, "okuyucu sansürü" sayesinde sırf kelimeleri değil konuları da cımbızla seçmek zorunda kalacağım ki, dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı!
Yukarıdaki girizgáhı şundan dolayı yaptım:
*
EFENDİM, hani geçen pazar havaalanlarındaki "yeni zamanlar"ı tasvir etmiş ve de láf arasında, aktarma yaptığım Münih’te "koca popolu" bir denetimci hatunun, çakmağımın benzinli pamuklarını çıkartmasına çok kızdığımı söylemiştim ya, vaaay sen misin bunu diyen!
Eksik olmasınlar, ülkemiz havaalanlarındaki bir bölüm yer personeli, bendenizi elektronik posta yağmuruna tuttu ve de "yoğun protesto" iletti.
Bir; nasıl olur da "uçuş güvenliği"ni alaya alabilirmişim? İç yönetmelik maddelerini sıralayarak, çakmak pamuğuna el konulmasının "mevzuat gereği" olduğunu belirttiler.
İki; Alaman hatunu ne haddime "koca popolu" diye tanımlıyormuşum?
Bu yaklaşım, benim "maçoluğumu" ve "erkek merkezciliğimi" ele veriyormuş.
Fesüphanallah ve de ağlar mısın, güler misin?
Bari ilkin şu "koca popo" meselesinden başlayayım.
*
NE diyecektim ya? Öyleydi, n’apim! Kadının anatomisini saptamakla yetindim.
Kaldı ki, bu vücut nahiyesini harikuláde oturaklı biçimde açıklayacak sözcükler Türkçe’de ibadullah olmasına rağmen, sırf "almış olduğum iyi aile terbiyesi" (!) gereği ve okuyucuyu "şoke etmemek" (!) kaygısıyla "popo" kelimesini kullanmışım, çok mu?
Yoksa, "baseni hacimli" tanımını mı kullanmam gerekiyordu?
Daha yoksa, kibar ve hilebaz Franseviden yüzüme gözüme bulaşacak bir tercümeyle, "çıkıntılı böbrek düşümü" mü diyecektim?
Üstelik, söz konusu "engebe"yi (!) illá bir handikap addetmememin ötesinde, bunun bende çağrıştırdığı fantazmalara zaten yazının içinde dokundurma yaptım.
Ancak, evet, Bavyeralı hatun "koca popolu"ysa "koca popolu"dur ve de bunu dobra dobra yazmış olmam ne beni "maço"; ne de "erkek merkezci" kılar ki, nokta biiir!
*
İKİNCİ noktayı, gelen tepkilerin belirli bir mesleki branşı kapsaması oluşturuyor.
Bunu daha önce de yaşadım. "Lonca dayanışması" (!) canımı epey bezdirdi.
Sekreterlerin cazibesi hakkında söz söylemek gafletine mi düştüm, o vakit elektronik posta yok ama hepsinin elinin altında faks var, zincir kurup, "Terbiyesiz adam, biz senin bildiğin hafifmeşreplerden değiliz" diye ifláhımı kestiler.
Hostesler, tercümanlar, hatta "çiftçiler" bile aynı şeyi tekrarladı ki, yetti gayrı!
*
TAMAM, yer personelinin çakmak pamuklarına ilişkin "uyarı"sı doğru olabilir.
Baştan kabulleniyorum ama, bundan dolayı tek kelime değiştirmem gerekmez.
Çünkü insaf yahu, sevgili Hasan Cemal ve sevgili Okay Gönensin’in yaratıcılığı sayesinde ve tá 1982’den beri, bir o kadar sevgili Mehmet Altan’la birlikte "pazar yazıları mucidi" sıfatını taşıyan bendeniz alt tarafı "deneme" kategorisinde satır karalıyorum.
Kesinkes öznel bir "hal ve oluş tarzı"na ilişkin "sohbetimtıraklık" yapıyorum.
Eh, bu "hal ve oluş tarzı" da hayatın içinden yansıdığına göre, konunun gelişine göre, tabii ki herhangi mesleğin mensuplarına yahut uğraşın aktörlerine değinecek. Değinir.
Ama yok, "Filanı incitir miyim"; "Falanı gücendirir miyim"; "Fişmekanı kışkırtır mıyım" diye kılı kırk yarar ve nihayetinde, etliye sütlüye dokunmamak için sade suya tirit "havaiyat"la yetinirseniz, bunun adı "otosansür" olur.
O "sansür"ü yazar açısından "oto"ya; yani "gözünü korkutarak" kendi kendini "kırpmaya" zorlayan unsur ise bizzat bir bölüm "okuyucu" olur!
*
SONRA, "genelleme"ye kalkışmanın ve Münih’teki bir kontrolcü kadının, aslında tartışmaya çok açık işgüzárlığını üzerine alınmanın álemi var mı? Olabilir mi?
Yani şimdi ben de, "Gazeteciler palavracıdır" (ki, hiç de yabana atılmayacak doğru içerir) denildiğinde "hakarete uğradım" diye yeri göğü mü inleteceğim?
Veya başka bir gazeteci taksi şoförlerinin "bitirim" olduğunu yazarsa, daha önce ifa ettiğim bu meslek mensuplarını onun medyası önünde klakson protestosuna mı çağıracağım?
Tekrar el insaf ve umarım ki, "sansürcü" olmayan ve olamayacak olan okuyucuların büyük çoğunluğu benim burada havadan sudan bahsederken bile, meteoroloji bültenlerinin soğuk ve ciddi nesnelliğiyle yazmamı beklemiyordur!
Evet nerede kalmıştık, gelelim "koca popolu" hatunun çakmağıma el koymasına. Pardon pardon, "basen hanesi hacimli" demek istemiştim.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2006
GAZİ Üniversitesi’nde erkekler küpe takamazmış!<br><br>Saç da uzatamazmış!<br><br>Pardon, lûtfen tekrarlar mısınız ? * * *
EVET evet tekrarlayın, kim yasaklamışmış? Hangi yönetmelikte yazıyormuş?
Gerekçesi neymiş ve nereden kaynaklanıyormuş?
Şimdi hemen, "sana ne lan, ukalá bozuntusu" dendiğini işitir gibi oluyorum.
Sorularda ısrar edersem de, yolum es kaza söz konusu üniversiteye düştüğü takdirde, fakülte öğretim üyesi Remzi Altunpulat’la aynı akibeti paylaşacağımı görür gibi oluyorum.
Altunpulat ki, dünkü "Hürriyet"in dehşet haberini okumuşsunuzdur, küpe taktığı ve saç uzattığı için kampüs çıkışı, "burası Gazi, hizaya gel" diye pata küte dövülmüş.
Kıyafet zaptiyesi "e-ş-k-i-y-a", bir "universalis"; yani adı üzerinde bir "evrensellik" forumu olan üniversiteye kendi form ve formatını dayatmak zorbalığına soyunmuş.
Üstelik düşünebiliyor musunuz, bunu bir de "Gazi" adına yapmaya yeltenmiş.
* * *
O "Gazi" ki, hani kasten ve bilinçli olarak, ülkenin en muhafazakár ve en mutaassıp addedilen vilayet istasyonlarında trenden ilk kez başında şapkayla inmişti.
O "Gazi" ki, hemen orada "efendiler, artık bunu giyeceğiz" diyerek, tabu yıkan ve şablon yırtan muazzam bir "ih-ti-lál-ci" kimlik taclandırmıştı.
O "Gazi" ki, 1925 Türkiye’sinde söz konusu şapkayı takmanın, 2006 Türkiye’sinde küpeyle dolaşmaktan sonsuz defa zor olduğu bir dönemde bunu gerçekleştirmişti.
İşte, Altunpulat’ın giyim ve oluş tarzına el kaldıran sefiller bu ismi kullanıyor.
* * *
SONRA, orası ne menem bir yerdir? Nasıl bir "akademya" özgürlüğü vardır?
Eh, diğer öğretim üyeleri meslektaşlarıyla dayanışmak için kampüste basın toplantısı düzenlemek istediğinde dekanlarından biri, "gelmeyin, can güvenliğini sağlayamayız. Kan gövdeyi götürür" diyebildiğine göre, Gazi Üniversitesi bir "kurtarılmış bölge" midir?
Herhangi bir "ideoloji"nin ve "fikriyat"ın (!) "serhat kalesi" (!) midir?
Yoksa, erkeklerin küpe takması ve saç uzatması kötekle "cezalandırıldığı" gibi, oje süren, saç boyatan, yahut kaş aldırtan kızlar da "siga"ya mı çekilmektedir?
"Universalis" evrenselliğin "üniversite"si bu mudur ve olabilmesi mümkün müdür?
* * *
HAYIR, değildir! Asla da olamaz! Asla da olmayacaktır!
Zaten, öyle "üniversite" gibi iddialı ve kutsal isimlere kadar da çıkmayın.
Özel kanunlarla yasaklanmamış ve "genel ahlak" kavramının dışına taşmamış olan her türlü oluş, giyim ve takı tarzı Türkiye Cumhuriye Devleti sathında "s-e-r-b-e-s-t"tir!
Kimse karışamaz! Yan bakmaya ve láf söylemeye dahi yeltenemez!
İnsanlar isterlerse, geçtim kulakları, burunlarına çember kadar büyük halka takarlar.
Veya, başlarının telini ve yüzlerinin hattını göstermeyecek peçeyle örtünürler.
Paşa gönülleri çekerse de saçlarını çingene pembesine boyatıp, yerlere dek bırakırlar.
Veya tam tersine, sinek kaydı usturaya vurdururlar.
Yahut küçük oğlum gibi, iki tarafı kestirip ortasını uzatarak kızılderiliye benzerler.
Estetik kıstaslar özneldir! Yalnız ve yalnız, tercihi yapanların kendilerini ilgilendirir.
Diğerlerine ise susmak; eğer eş dostsa da, bir ihtimal yorum getirmek düşer!
Hele hele üniversitelerde; üstelik, yerleşik tabuları ve duragan "konforma"ları yıkmış bir "Gazi"nin adını taşıyan üniversitede buna karışmaya yeltenenlere sırf "b.. yemek" düşer.
Remzi Altunpulat’a geçmişler ve "e-ş-k-i-y-a"nın kulağına küpe olsun!
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2006
YUKARIDAKİ soruyla başlıyorum, zira sonuç henüz kesinleşmeden salı günü burada yazdığım makalede, İtalya seçimlerini Prodi liderliğindeki "sol"un kazanmasını dilemiştim. Eh, nihayette de öyle olduğuna göre, şimdi zil takıp oynamam mı gerekiyor?
Hadi zil fazla Sulukule işi kaçar, o halde, "Profesör" lakaplı siyasetçinin şerefine, onun memleketi Emilya-Romanya bağbozumundan seçilmiş bir kadeh şarap mı parlatayım?
Hayır, mümkün değil!
Değil, zira tıpkı yukarıdaki "başarı"nın aslında bir "Pirüs zaferi"ne tekabül etmesi gibi, Çizme Yarımadası’ndaki sonuca sevinmek de kendi kendini kandırmaktan öteye gitmez.
* * *
BUNU, şimdi oyunbozanlık yaparak oyların tekrar tasnifini isteyen Silvio Berlusconi’nin yeni sayım sayesinde iktidara yine "demir atabileceği" endişesiyle söylemiyorum.
Yüzde doksan dokuz virgül doksan dokuz ihtimalle "defter" artık kapandı.
Demokrasinin kuralı, Roma’daki hükümet "sol koalisyon" tarafından kurulacak.
El insaf, seçim yasasını zaten kendisi çıkarttırmış olan "Şövalye"nin "mızıkçılık"ı boştur ve de aslında, hiç mi hiç "şövalyelik ruhu"ndan nasiplenmediğini ispatlamaktadır.
* * *
ANCAK, aşağıda açıklayacağım nedenlerden dolayı Prodi koalisyonu daha ilk andan itibaren çok rizikolu iç dengeler üzerinde inşa edilecek. Fakat, "temel sorun" bunu da aşıyor.
İtalya’nın bugün sergilemekte olduğu manzaradan kaynaklanıyor.
O manzara ki, 1. Harp sonrasındaki "hissiyat kaosu"ndan ziyade 2. Savaş ertesindeki radikal ayrışmayı hatırlatıyor ve tamamen "çift kutuplu" bir Yarımada yelpazesini sunuyor.
Çünkü, terimleri sevmesem dahi lügate öyle girdiği için ben de kullanıyorum, "sağ"ın ve "sol"un seçim sonuçlarıyla ortaya çıkan farklılık "kıl payı" bile değildir. Denge eşittir.
Böyle bir dengede ise ne biri, ne de öteki kolay kolay toplumsal uzlaşma sağlayabilir.
Üstelik, yukarıdaki bölünme sırf siyasi bir ayrışmaya da projektör tutmuyor.
Refah kuzeyinin "sağ kale" kalması ve "sol"un "geleneksel müşteri" oyu toplaması, coğrafi ve sosyal çelişkilerin bilendiğini; en azından yerleşiklik kazandığını ortaya koyuyor.
Bugünkü İtalya, uçurumun dünkünden de derinleştiği bir kimlik yansıtıyor.
* * *
ÖTE yandan, günahım kadar sevmesem dahi nesnelliği kabullenmek zorundayım.
Tabii ki boşboğazların attığı gibi faşist falan değil, postmodern bir popülist olan Silvio Berlusconi Çizme’ye damga vurdu. Bu, tüm kültürel ve toplumsal geri planıyla bir vakıadır.
Nitekim, "bitti" varsayımına rağmen "Şövalye"nin hem "sağ"ı "sol"la atbaşı kılması; hem de kendi partisi "Forza İtalia"nın o "sağ" içindeki birinciliği koruması, bunun ispatıdır.
Dolayısıyla, genel "Berlusconi ideolojisi"nden kopmuş bir İtalya artık düşünülemez.
* * *
SONRA, selefinin karizmasına sahip olmayan ve komünist dogmatiklerden Hıristiyan demokratlara bir "çelişkiler koalisyonu" yönlendiren Romano Prodi’nin işi zor gözüküyor.
Yarımada ekonomisinin yaşadığı yapısal kriz ve yukarıdaki toplumsal bölünmenin yarattığı vahamet bir yana, bizzat o koalisyonun iç çelişkileri potansiyel riziko taşıyor.
Prodi Hıristiyanları ve eski komünistleri aynı çatıya toplayacak bir parti arzulamasına rağmen, zaten daha önce de kendisini devirmiş olan o "dogmatikler" oy sıçraması yaptı.
Hem genel zıtlaşma biraz daha pekişti, hem de "Profesör"ün manevra marjı kısıtlandı.
Artı, organik zaafın ötesinde, ortada program da bulunmuyor. İstim sonradan gelecek.
Ve işte bütün bunlardan dolayıdır ki, etik ve felsefi bir kaygıyla daha önceki gün "sol"un başarısını temenni etmiş olan bu satırlar yazarı, İtalya’daki "Pirüs zaferi"ne sevinemiyor.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2006
TÜRKİYE entelektüel hayatını pırıldatan ve bu yıl Paris’te Fransız aydınlarla birlikte "Cumhuriyet" kavramının ele alan "Abant Platformu"na bir son dakika kısmetsizliğinden dolayı katılamadım ama, gazete ve dergilerde yazılanlar aracılığıyla ana hattı izleyebildim. Öyle anlaşılıyor ki, Fransa’nın önemli siyasetbilimcileri arasında yer alan Alexandre Adler’in kürsüde ifade ettiği görüşler en ciddi "yadırgatıcılık"a yol açmış.
O Adler ki "anti" cereyana göğüs gererek daima Ankara’yla bütünleşmeyi savundu, bunun ancak Türkiye’deki "cumhuriyetçi laiklik" sayesinde gerçekleşebileceğini kaydetmiş.
"İslami kimlik" eksenindeki bir AB üyeliğin mümkün olamayacağını vurgulamış.
Dolayısıyla da, "Le Figaro" gazetesi yöneticisinin yukarıdaki tezi, "Türk tarafı"nı Paris’te en çok "irkilten" yaklaşıma tekabül ediyordu.
* * *
"İRKİLTEN" fiilini kasten kullandım, zira hem "Platform"un mimarı durumundaki saygın cemaatin dini ve dindar kimliği; hem de, o din ve o dindarlarla barışık oldukları için aynı çerçevede buluşan laik aydınların "sivilci" söylemi, Alexandre Adler’in dile getirdiği ve geri planında belirli bir Jakobenizm içeren "Cumhuriyetçi" eksenle çelişir gözüküyor.
En önce şunu vurgulayayım ki, kariyerini en az çeyrek yüzyıldır izlediğim Adler esas olarak bir "realpolitik" teorisyenidir. "Pragmatik mümkünát" varsayımları inşa eder.
Nitekim, 11 Eylül ertesini değerlendirdiği ve benim bazı tahlillerine hiç katılmadığım son iki kitabı "Eski Dünyanın Bitişini Gördüm" ve "İslamla Randevu"da da, yukarıdaki "gerçekçiliği"ni küresel bir sosyo - politik öngörüye dönüştürmek istiyor.
Ve, Paris başkentli ülkenin ezelden beri iliklerine işlemiş olan "cumhuriyetçi laisizm"i, Amerikan yeni - muhafazakárlığının "Jakoben liberalizm"iyle bütünleştiriyor.
Yani, Anglo-Saksonlara ne denli yakın durursa dursun, "Fransız refleksi"ni koruyor.
Dolayısıyla, kısmi doğruluk payını saklı tutmak kaydıyla, zaten bir "müneccimbaşı" olamayacak olan Alexandre Adler’in Türkiye "öngörüsü" hem o "Fransız refleks"ten; hem de "Abant Platformu"nun konusunu oluşturan "cumhuriyet" kavramından soyutlanamaz.
Başka bir deyişle, yukarıdaki "irkilme"yi din - sekülarizm ekseninden ziyade, cumhuriyet - demokrasi temelindeki bir "çelişki" (!) çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor.
* * *
İLKİN, bu "çelişki" deyiminin yerindeliğinden şüpheliyim ama yine de kullandım.
Doğru olduğunu varsayarsak da, köken, kavramların oluştuğu Eski Yunan’a uzanıyor.
Çünkü unutmayalım ki, "ideal toplum"u tasvir ettiği eserine zaten "Cumhuriyet" adını vermiş olan Eflátun söz konusu toplumu "yönetici bilgeler; koruyucu bekçiler ve köylü - zenaatkár üreticiler" olmak üzere, değişmez bir "merdiven sistem"e oturtur.
Bunu "şeylerin doğası"yla açıklar. Hiyerarşiye ve duraganlığa "iláhi" gerekçe bulur.
Oysa, aynı Platon’un öğrencisi Aristo üstádına karşı çıkarak, esirlerin özgürlüğü ve insanların eşitliği dahil, o "şeylerin doğası"nda devinim ve görecelilik olduğunu vurgular.
Kabul, "Akademya"nın kurucusu da yurttaşın ve devletin görevlerini saptamıştır ama, Aristo’nun aksine, Eflátun’un sosyal düzeni bir "mutlak doğru" üzerine inşa edilmiştir.
Platon paradigmayı çizer; bunu ákil varsaydığı "ricál"e bırakır; statükoyu sürdürecek "zaptiye"yi oluşturur ve "avam"a hükmederek de "cumhuriyetçi idealizmi"ni yaratır.
Ve aslına bakarsanız, başta 1789, tüm "cumhuriyetçi gelenekler" bu şemaya oturur.
Aristo ise o "mutlak"ı sorgulamak; o "bilgelik"i izafileştirmek ve o sistemi elástiki kılmak gerektiğini söylediği içindir ki "cumhuriyetçilik"i aşmış ve "demokratik" olmuştur.
İşte sanıyorum ki ve bu defa "çelişki" demeyeyim, Alexandre Adler’in Paris "Abant Platformu"ndaki "irkilticiliği" dahil, esas "ikilem" hálá yukarıdaki ayrışmada yatıyor.
Yazının Devamını Oku