Dolayısıyla, her türlü çatışma ihtimaline karşı önceden senaryo üretmek tabii ki onların en asli ve en temel görevleri arasında yer alır. Tersi düşünülemez ve de varsayılamaz.
İşte bu yüzden, geçen ay bir bölüm Amerikan basınına "sızan" ve Pentagon’un İran’a müdahale planları hazırladığına dair haberlerin çok muhtemelen doğru olduğunu sanıyorum.
Aksi takdirde, ABD generalleri ancak apoletlerinin sökülmesini haketmiş olurlardı.
* * *
PEKİ, o halde "W" rumuzlu George Bush bugün-yarın "vur" emri mi verecek?
Tahran’ın atom şantajını fırsat bilip, bu defa karadan değilse bile muhtemelen havadan bir harekátla, Irak "cengávirliği"nin (!) bir benzerini Farsi devlete karşı da mı tekrarlayacak?
Hayır!
Hayır ve en geç Mart ayında saldırı "öngörmüş" (!) bizim komplo teorisyenlerimizi geçin, yüzde doksan dokuz virgül doksan ihtimalle "yakın gelecekte" müdahale olmayacak.
Ancak burada bilhassa dikkatinizi çekiyorum ki, Bush’un malûm destursuzluğundan dolayı binde bir payı açık bırakmanın ötesinde, "yakın gelecek" deyimini kasten kullandım.
Yani, zor süreci devam etmekte olan BM Güvenlik Konseyi’nde uzlaşma sağlanmaz; diyelim sağlandı, New York’un yaptırımları para etmez; her halükárda da, meydan okuyan Ahmedinecád yönetimi bir ölçüde "hizaya gelmezse", yukarıdaki olasılık kaçınılmazdır.
Başka bir deyişle ve daha önce de yazdım, ABD ve İsrail belki birbirleriyle danışıklı döğüşüklü; belki de tek tabancabiçimdeİran’ın nükleer güce dönüşmesini önleyeceklerdir.
En kábuslu ve en berbat senaryoya tekabül etse de, eninde sonunda, bu, mukadderdir!
* * *
BURADA, yukarıdaki ihtimalin neden feláket getireceği konusuna girmeyeceğim.
Dediğim gibi, "kıyamet günü" şimdilik uzak ve hem uluslararası camianın, hem de Türkiye’nin acil sorununu, oraya varmamak için ne yapmak gerektiği konusu oluşturuyor. Ve, işte madem Türkiye adı geçti, o halde en önce şunun altını kapkara çizelim:
Nükler güç kimliği edimiş bir İran asla ve asla ülkemiz çıkarlarıyla bağdaşmaz!
Emperyal geleneğin devletine karşı ne denli saygı beslersem besleyeyim, bu, böyledir.
Çünkü bir; sırf genel ve sathi bir dünya ve bölge jeopolitiğinden bakıldığı takdirde bile, atom silahların "teorik varlığı" dahi tüm dengeleri değiştirmeye yettiğinden, Tahran başkentli ülkenin bunlarla donanması Ankara için muazzam bir tehlike oluşturacaktır.
Muhtemelen de, kaçınılmaz bir "yetişme-tırmanma" sürecinde, sanki pek matah bir şeymiş gibi, ulus zenginliklerimizi çekirdek merete harcanması zorunluluğu doğacaktır.
Ne bu melûn "yarış"ın (!) sonu, ne de gáyyá kuyusunun dibi vardır!
* * *
İKİ; hassas diplomatik dengelerden dolayı açıkça söylenmese de Bursa’daki Sağır Sultan dahi biliyor ki, Ankara ve Tahran, Kafkas’tan Orta Asya’ya uzanan devása coğrafyada "çekişme"; hadi kelime "ayıp" kaçtı diyelim, o halde en azından ciddi çelişki yaşıyorlar.
Eski SSCB hinterlandını kapsadığı için Rusya nezáretinde ve Ermenistan- Tacikistan-Afganistan ekseninde seyreden bu stratejik "bilek güreşi" de aslında, önce "Türki" ve "Farsi" dünyaların; sonra da "Sünni" ve "Şii" álemlerin "kapışmasına" (!) tekabül ediyor.
Daha genişletirsek, petrol-doğalgaz unsurlarından dolayı çelişki küresellik arzediyor.
Eh, zaten o Rusya "tercihli" İran’ın bir de nükleer silah edinmesi durumunda, sırf Türkiye’ye değil bütün bir "Türkilik"e "gol atacağını" görmemek için kör olmak gerekir.
Dolayısıyla, tabii ki ABD veya İsrail’in bölgeyi ve önemli ölçüde dünyayı yangına sürükleyecek maceraperest bir müdahelesine "hayır" ama, İran bombasına da bin "hayır"!
Şimdilik bu iki aşamada da değiliz ve umalım ki, çift "hayır"da çifte hayır vardır.