BİR dizi gazeteciyle birlikte, Lüksemburg’daki son AB Konseyi sırasında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e refakat etmiş olan Cengiz Çandar dün şu saptamayı dile getirdi.
"Türkiye bunu becerebildiği, yani demokrasi yolunda ciddi mesafeler alabildiği; Kemal Kerinçsiz’leri gündeminden düşürebildiği oranda AB’deki karşıtlarını da silahsızlandıracak ve Kıbrıs sorununa ilişkin manevra alanını genişletecek. Bu idrak, Lüksemburg yoluna düşen herkesin ortak algılaması oldu".
* * *
İNSANLIK háli belki bilmeyenler çıkabilir, önce şu hatırlatmayı eklemek istiyorum.
Çandar yukarıdaki "Kerinçsiz’ler gündemi" metaforuyla,hani Beyoğlu’nda 6-7 Eylül sergisi basan veya adliyede Perihan Mağden’e "cáriye" diye küfreden; yahut, Orhan Pamuk, Hrant Dink, Elif Şafak hakkında "suç" (!) duyurusunda bulunan malûm kesim var ya, işte onun "gündem"ini kastediyor ki, yine malûm, bunlar "ulusalcı" cihette addediliyor.
Neyse, bu çok "vatanperveráne" (!) ve çok "cansiperáne" (!) faaliyetler arasında mutlaka unuttuklarım olduğu için yüksek affınıza sığınıyorum ve tekrar başa dönüyorum.
* * *
AKLIN yolu bir, farklı siyasi görüşlerine rağmen Lüksemburg’a giden tüm gazeteciler dünkü yazılarında Cengiz Çandar’ın vurguladığı o ortak "i-d-r-a-k"te birleşiyorlardı.
Yani, AB sürecindeki en temel ve en belirleyici unsur "de-mok-ra-tik-leş-me"dir!
Kıbrıs öz itibariyle bir "detay", bir "aksesuvar",bir "virgül"dür !
Daha doğrusu, sorunun Ankara’ya hasım başkentler tarafından "bahane" edilmesi baş ağrısı yaratır ama, o demokratikleşme fiilen gerçekleştiği ölçüde, eninde sonunda atlatılır.
Zaten aslına bakarsanız da, Büyük Dükalık’taki Konsey sırasında Topluluk ülkelerinin Güney Lefkoşa’yı "yeter" diye susturması bunun minik ve somut bir örneğini oluşturdu. Fakat emsálilelebet tekrarlanmayacak. Bu, sonuncusu; veya sondan bir önceki oldu.
Nitekim, AB’nin "kaş çatması" ve Gül’ün "tasalı çehre" sergilemesi, her iki tarafın da artık söz konusu emsállerin nihayetine varıldığını "idrak etmesinden" kaynaklandı.
* * *
ÇÜNKÜ, alt tarafı dam üstünde saksağan ve derya suyunda karides, o "Kerinçsiz’ler gündemi" eğeryetmiş milyon insanın da gündem ve kaderinibelirleyebiliyorsa, gerisi náfile!
Yani, "vicdáni ret" hakkını ilke olarak sahiplenenbir Perihan Mağden hakkında hálá dava açılabiliyorsa; yahut, Diaspora Ermenilerinin "hain" ilán ettiği bir Hrant Dink öz be öz kendi vatanında hálá "hıyanet"le suçlanabiliyorsa, Brüksel ve Lüksemburg neylesin?
En, en önemlisi de, hukuk ve yargı aynı "Kerinçsiz’ler sistemi"yle bütünleşip yukarıdaki "dava"ları (!) ciddi ciddi işleme koyabiliyorsa, insaf, artık "mevlám neylesin"?
* * *
OYSA, eğer söz konusu hukuk ve yargı gerçekten demokrasi kriterleriyle uyum sağlamış olsaydı, egzantrik "Kerinçsiz’ler" şüphesiz "etrak-ı bi-idrak" algılamasızlıklarını ifade özgürlüğü çerçevesinde yine sergileyebilirlerdi ama, asla ve asla çizmeyi aşamazlardı.
Yani, fi kázá savcı kapısına gidip Pamuk, Dink, Mağden veya Şafak hakkında "suç" (!) duyurusunda bulunduklarında, müstehsi tebessümle "hadi, işine" diye baştan savılırlardı.
Hele hele, şu an fütursuzca tekrarladıkları gibi, haddini bilmezlikte son sınırı aşıp işi onlara karşı sözlü veya fiili saldırıya vardıkları takdirde, adalet tepelerine biniverirdi.
Dolayısıyla da, herhangi bir AB başkenti böylesine demokratik bir Türkiye’ye karşı "Kıbrıs tatavası" çıkartmaya kalkıştığında, en önce diğerleri yine onun tepesine biniverirdi.
Ve, aynı Türkiye’ye bağlanmış ümitlerin yüzü suyu hürmetine belki son; belki sondan bir önceki defa Lüksemburg’da GKRY’nin tepesine yine bindiler ama, artık "idrak" edelim ki, kullandığımız o "etrak-ı bi-idrak"; o "algılama fukarası" takvim pazartesi gecesi bitti.