İki mutlak istisna hariç de, hiçbir zaman olmadım. Olamadım.
Yani demek istiyorum ki, işte geldik gidiyoruz şen olasın Halep şehri, nesneleri, objeleri, şeyleri salamuraya yatırıp turşu kavanozunun ve tabut kutusunun içinde öteki tarafa götüremeyeceğime göre, bunlara ihtirasla bağlanmak içgüdüsünden daima uzak durmaya çalıştım.
Birisi sırtımdaki ceketi şöyle bir beğenecek olsa, eğer mutlaka ihtiyacım yoksa, zerre tereddüde düşmeden hemen oracıkta çıkartır ve helál-i hak olsun derim.
İyi bir şey mi? Övünülecek yanı mı var? "Cömertlik" (!) göstergesi mi?
Hayır, hayır, hayır!
*
HAYIR, çünkütabii ki biliyorum; tabii ki farkındayım ve tabii ki hissediyorum, "burjuvalılık" denilen o "oturaklı", o "köklü", o "süzülgenli" hal ve oluş tarzı çok büyük ölçüde de, şeylerin mülkiyetini edinmeyi bir "ter-bi-ye"ye dönüştürmüş olmaktan geçer.
Kentsoylular, damarda aktığı varsayılan "kan"dan dolayı değil, "kent" kelimesinin bir bütün olarak kapsadığı "nesneler evreni" sayesinde "soylu" olur ve olabilir.
İşte, hálá açıklamadığım o iki kesin istisna hariç, yukarıdaki hayati terbiye bende yok!
AYRIYETEN, sanmayın ki bahane uydurmak için binbir dereden su getireceğim.
Yani, "cinnet yılları"nda kuş ve kaz beynime huniyle akıttığım "mülkiyet hırsızlıktır" ideolojiyle şartlandığımı; daha sonra da, bilinçaltımın bunun etkisinden sıyrılamadığımı iddia edecek değilim.
Minareye kılıf uydurmak olur ve yalan söylemiş sayılırım.
O kadarcığını aştım ve etki belki hálá vardır ama, son tahlilde devede kulak kalır.
Dolayısıyla, "mülkiyet yoksunu terbiyesizlik"im, özünde şuradan kaynaklanıyor;
İstediğim kadar yedi göbek İstanbul çocuğu olayım, gökten zembille inmedim ve en nihayetinde ben de, on yılda bir mobilya "yenileme"nin (!) zenginlik; ahşap konaktan beton daireye geçmenin ise "modernlik" (!) addedildiği bir toplumsal kültürün aidiyetini taşıyorum.
Onunla doğdum, büyüdüm, yetiştim, harmanlandım, yıkandım. Kıstaslarını edindim.
Ve tabii ki bunun sonu, hücrelerimde hálá göçebe çadır kıllarından örülmüş kromozom formülleri bulunduğu gerçeğine uzanıyor ama, konuma girmediğinden ötesine gitmeyeceğim.
O halde noktayı şöyle koyalım, mülkiyet duygusu yoksunluğum ne bir erdem, ne bir cömertlik, ne bir kalenderlik addedilebilir ve de asla "övünülecek" (!) yanı yoktur.
Allah’tan, yazının başından beri değindiğim o iki istisnayla biraz paçayı kurtarıyorum.
Bir; kitaplarım! Veya, kütüphanem!
İki; plaklarım! Yahut, diskoteğim!
Belki bunlara, gözüm gibi titrediğim ahşap yazıhanemi; birkaç karakalem deseni; "hatırası" (!) olan tek tük eski bibloyu; ne bileyim ben, frapan çizgili bir kravatı ya da kapağı paslı bir çakmağı ekleyebilirsiniz ama, yine de hiçbiri "vazgeçemeyeceğim" şeyler değil!
Kitaplarımın ve plaklarımın yanında esamesi dahi okunmaz.
*
EVET evet, çanak, çömlek, kanape, koltuk, masa, sehpa türü "dünya gailesi" her bir şeyi zaten geçtim, yukarıdaki sözünü ettiğim o nispeten "kayda değer" (!) birkaç ıvır zıvır dahi kütüphanemin ve diskoteğimin yanında öylesine değersiz ve öylesine önemsiz kalır ki!
Nitekim, ara sıra tongaya basıp ortak mekán paylaştığım kadınlardan her ayrılışımda, diş fırçamı bile "aman başımın gözümün sadakası olsun" diye bırakıp, tığ teber, şah-ı merdán, oraları alelacele terketmekte hiç mi hiç zorlanmadım.
Ancaaak, iş kütüphane rafına ve pikap diskoteğine gelince, o rafları ve o pikapları bir süre ortak kullandığımız hanımefendiler, işte lütfen burada duralım.
"Benimdi" katakullisi karşısında küláhlar hemen değişiverir ki, o "muhnis" (!) ve o "cömert" (!) adam anında, en kavgacı ve en hasis insana dönüşüverir.
Mecazi anlamda söylüyorum, bu konuda "son mermiye kadar dövüştüğüm" oldu.
Çünkü, "mülkiyet duygusu" ne kelimeymiş, kitaplarım ve plaklarım için daima sonsuz ve onulmaz bir "mülkiyet hırsı"yla titredim, titriyorum ve titreyeceğim.
Zaten de, imkánı olsa, TIR konteyneri büyüklüğündeki devása bir tabutun içinde ve onlarla beraber cümbür cemaat gömülmeyi ne kadar delicesine isterdim.
*
"BİBLİYOFİL" denilen cinsten, benim gibi "kütüphane manyakları" (!) dışındaki kimselerin pek anlayamayacağı; zaten de, "manyak" olmadıkları için anlayamamalarının son derece mazur ve makul karşılanacağı bu "kitap mülkiyeti hırsı"na bugün değinmeyeceğim.
Aslında tabii ki iki pazardır anlattığım konuya dönmek, yani büyük oğlumun internet ve bilgisayar aracılığıyla "i-Pod" kulaklıklarından müzik dinlemesiyle; benim geçmişte "iláhe şarkıcı"mın kırk beş devirli plağını edinebilmek için nasıl çırpınmış olduğum arasında karşılaştırma yapıp, oradan da bu ikinci "mülkiyet hırsı"nın nedenine gelmek istiyordum.
Lákin, işte láf láfı aştı ve de satır hacmim doldu.