POSTACI, damgalı zarf imzalattı ki "Nüfus kağıdınızı alın ve gümrüğe gelin" diyor.
Hem çok sevindim, hem de çok korktum.
Sevindim, zira o gelen şeyin geçen pazar bahsettiğim ve Türkiye’de nûmunesini dahi bulamadığım o "gençlik iláhe"m Françoise Hardy’nin plağı olduğunu derhal anladım.
Biraz lisan ilerletmek için Fransa’da mektuplaştığım bir kız vardı ve ben de ona birkaç hediye yolladıktan sonra, nihayet yüzümü kızartıp söz konusu plağı istemiştim.
Demek ki göndermiş ve mutluluktan uçuyorum.
Artık şarkıyı işitebilmek için, belki çalar mı diye, İstanbul İl Radyosu’nun akşam sekizi çeyrek geçe başlayan programını sabırsızlıkla beklemek zorunda kalmayacağım.
Radyoyu ısıt, pikaba yerleştir, kolu tıklat ve "Yaşıtım kızlar ve erkekler / Caddede sokakta hep eleler / Ama bunlar bende ne gezerler / Sevenim mi var, bana yalnız hüzünler" diyen melankolilerin içinde hayallere dal...
*
FAKAT aynı zamanda da çok korkuyorum, zira bütün kuşağım çocukları gibi, "gümrük" kelimesini sadece duymak dahi beni irkiltiyor. Sözcük hiç mi hiç tekin değil!
Zaten genelde her türlü devlet dairesinden uzak durmak kültürüyle yoğrulmuşum, işin içine bir de "ecnebi memleketle irtibat" (!) girdi miydi, 15-16 yaşın masûmiyetine kim aldırırmış, belki de "casus soruşturması"na (!) uğrayacağım.
Neyse, ebeveynlerim "Madem şarkıcı budalasısın, başının çaresine kendin bak" deyince, henüz kömür karneleri mührü vurulmamış olan nüfus cüzdanımı cebime koydum. Karaköy İskelesi, yolcu salonu ve ardiyalar falan, Tophane gümrüğüne vardım.
*
MÜRACAAT, kapıcı, odacı, sorgu falan, küçük kolilerin gişelerden çekildiği yere vardım ve memura elimdeki ihbarnameyle birlikte hüviyet kartımı gösterdim.
Çok daha sonraları bana nedense Franz Kafka’nın değil de Fernando Pessoa’nın kurgu şahsiyetlerini hatırlatan ve tıpkı romanlardaki ve filmlerdeki memur tasvirleri gibi pantolon askıları olan hımhım bir adam nüfus kağıdımı aldı. Uzun uzun evirip çevirdikten sonra da, ihbarnameyle birlikte arkalara kayboldu.
Gitti gelmez, gitti gelmez...
Neyse, daha uzaktan yine "ecnebi" kokan büyükçe bir zarfla tekrar gişeye arz-ı endám eyledi ki, benim kalbim pıt pıt atarken, yavaş yavaş, ağır ağır, alarga alarga açmaya başladı.
Ve işte "iláhem"in fotoğrafını gördüm, Françoise Hardy’nin plağı gelmiştir.
*
ADAM yine tek kelime söylemeden plağı kabından çıkarttı. Bu defa ikisini de incelemeye aldı. Hani mikroskop olsa, belki kartonu da, mikayı da merceğin altına yatıracak.
Sonra, damdan düşer gibi, "Senin baban ne iş yapıyor" dedi. Hoppala ve de öp o babanın elini! Yahu, pederimin mesleğiyle, "Yaşıtım kızlar ve erkekler / Caddede sokakta hep eleler" melankolisi arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Fakat aman bir terslik çıkmasın, "Biraz ötede matbaacılık yapıyor" cevabını verdim.
Allah bilir şimdi de, "çağır, o gelsin" diyecek.
*
AMA hayır, öyle demedi. Babamın mesleğine de ikinci bir atıfta bulunmadı. Hımhımlığından beklenmeyecek derecede sert bir ifadeyle, "Bunun yalnız kapağını veririm" diye kelám buyurdu. Sonra da, "Müsaadesiz plak ithali yasak" cümlesini ekledi.
Şimdi gel de, oracıkta hüngür hüngür ağlama!
İnsaf be adam, alt tarafı 15 santimetre çapında ve topu topu altı dakika mühletinde bir plastik parçası ki, benim gibi bir delisini bulamazsan, satmaya kalkışsan da müşteri çıkmaz.
Günahına girmek istemek, "kanun" (!) öyle olduğu için mi; yoksa babamın mesleğini sormasıyla irtibat kurduğum takdirde, rüşvet istediği için mi böyle davrandığını bilemiyorum.
Kaldı ki, istediğini çağrıştırmış olsa dahi ne değişecek ki? Bir; zaten cebimdeki harçlık onun koltuk meyhanesinde tek kadeh atmasına yetmez. Ve bilhassa iki, Karun çocuğu olsam ve o cebimde dizi dizi banknotlar istifli dursa, kafamı kıtır kıtır kesseler, rüşvetin "r"sini dahi teklif etme cesaretini gösteremem.
*
İŞTE birkaç kağıt imzalattı ve şimdi elimde sadece güzelim Françoise Hardy’nin güzelim fotoğraflı plak kapağı; plağın bizzat kendisi ise gümrük deposunda, kös kös döndüm.
Ardiyalar, yolcu salonu ve iskele, gerisin geri yürürken gel de, şarkının "Bana yalnız hüzünler" nakaratını bu defa ergenlik aşklarının romantikalarında değil; müzik dinlemeyi bile "gümrük ithalatnamesi"ne bağlayan bir ceberrutluğa öfkenin hırsıyla mırıldanma.
*
YIL 1966 veya 1967 olmalıydı.
Şimdi yıl 2006 ki, büyük oğlum internete giriyor ve anında, bilgisayar aracılığıyla kaydettiği her türlü müziği "I-pod" kulaklarının yalnızlığında dinliyor. Ve, görünürdeki "ultra kolaylık"a rağmen aslında bu da bambaşka türden ve bu da çok vahim bir "h-ü-z-ü-n" ki, nedenini gelecek pazara bırakıyorum.