HAYIR, Türkiye’nin AB üyeliği konusu Fransa seçim kampanyası sırasında ciddi ciddi tartışılmadı. Bir gündem maddesi, bir sandık kriteri, bir oylama kıstası oluşturmadı.
Olsa olsa, dış kapının mandalı kábilinden ele alındı.
Zaten bırakın Türkiye’yi falan, genel Avrupa teması ve onun geleceğine ilişkin sorunlar dahi altıgen ülke ajandasında öyle aman aman bir yer tutmadı.
Cumhurbaşkanlığı oylaması esas olarak, "Franko Fransız" tábir edilen cinsten bir "dahili çerçeve"yle sınırlı kaldı.
Zaten bu "yerlilik"i de, dün sözünü ettiÄŸim ve Paris baÅŸkentli devleti "demode" kılan "gerileme" bünyesinde deÄŸerlendirmek gerekiyor ki, bugünkü yazımın konusuna girmiyor. Â
Ancak tabii ki, muhtemel bir Ankara üyeliğinin kampanya gündeminde yer almaması, Fransa’da hákim olduğu varsayılan "anti Türkiye" havanın değiştiği anlamına gelmiyor.
* * *
İLKİN biliyoruz ki, pazar günkü birinci tur oylamadan sonra en şanslı aday durumuna geçen "sağ"Nicolas Sarkozy o "anti" cephenin öncülüğünü yapar gözüküyor.
Bilhassa "yapar gözüküyor" dedim, çünkü popülist Sarkozy burada da "nabza göre şerbet veriyor" ve aslına bakarsanız, Türkiye konusunda ciddi bir düşünce taşımıyor.
Kaldı ki, "sağ" önderin "Washington hayranlığı" göz önüne alınırsa, cumhurbaşkanı olması durumunda "ABD telkinleri"ne (!) son derece açık olacağını düşünmek gerekiyor.
"Sol" Segolene Royal ise Ankara’ya karşı "pro"; diyelim kinispeten "yumuşak" bir tutum alıyor. Daha doğrusu, kendi partisi içindeki güç dengelerine göre tutum belirliyor.
Ve nihayet, elde ettiği çok yüksek skordan dolayı şimdi "hakem" konumunu kazanan "merkez" temsilci François Bayrou tüm "antiler"in içinde bile en "anti" kimliği sergiliyor.
"Türkiye Avrupalı değildir ve olamaz" sloganını bir ilke olarak yansıtıyor.
Zaten bana sorarsanız da, bizim açısından en büyük talihsizliği bu sonuncunun böylesine bir performansla ilk safa geçmiş olması oluşturuyor.
* * *
ÖYLE, çünkü 6 Mayıs’tan sonra Elysee Sarayı koltuğuna ister Sarkozy, ister Royal otursun, yukarıdaki "merkez" lider kendisini ağırdan satacak. Program pazarlığı yapacak.
Oysa Bayrou kurumsal ve ideolojik olarak, bir "anti Türkiye" bile olmanın ötesinde, marázi bir "anti Türk" olan eski cumhurbaşkanı Giscard d’Estaing’in ekolünden iniyor.
Onun geleneğini yontulmuş ve "ehlileştirilmiş" bir biçimde sürdürüyor.
Üstelik de Allah’ı var, doğru veya yanlış, genel "Avrupa projesi"ne "sağ" ve "sol" adaylardan çok daha fazla ağırlık veriyor. AB’nin pekişmesini bir hedef olarak sunuyor.
Dolayısıyla da, François Bayrou’nun pazarlık aşamasında "Ankara tavizi"ne yanaşmayacağını ve bunu bir program maddesine dönüştüreceğini varsaymak gerekiyor. İşte Türkiye için de "kötü" olan şey budur ve Fransa’daki "merkez"in başarısı aslında bizim açımızdan bir "aşırılık"a tekabül etmektedir.
* * *
ANCAK, aslına bakarsanız bütün bunları da o kadar fazla ciddiye almanın álemi yok!
Zira, Ankara’yla üyelik müzakerelerin tekrardan "canlanması"; konunun Avrupa başkentlerinde gerçek bir gündem maddesine dönüşmesi ve bilhassa da, Anayasa başta Topluluk’un "kendini toparlaması" derken, açıkçası, o vakte kadar kim öle, kim kala!
Unutmayalım ki Fransa beş yıl için cumhurbaşkanı seçecek. 2012’de yenisi gelecek.
Artı, muhtemel bir üyeliğin "kızışacağı" on on beşsene sonra o Fransa AB içindeki konumunu hálá koruyacak mı? Almanya’yla sürdürdüğü "motor ikilik" sürecek mi?
Bu soruların cevabını bilmiyoruz ve dolayısıyla da, kesin varsayımlarda bulunamayız.
Her halükárda, Türkiye’nin Avrupa yolu Paris’te falan değil, Ankara’da başlıyor!